22 Aralık 2015 Salı

DERS KONUSU OLARAK DEMOKRASİ

Lisede eğitim gören bir arkadaşla konuşurken konu demokrasiden açıldı.
Demokrasi ve İnsan Hakları dersi alıyormuş. İster istemez kendi okul çağlarım aklıma geldi. Ben de lisedeyken aynı dersi görmüştüm.
Adapazarı Ali Dilmen Lisesi’nde. Menderes Daşkıran hocamdı. Lise kaçıncı sınıftaydık hatırlamıyorum ama Demokrasi ve İnsan Hakları Dersi’ni Menderes hocamızdan alıyorduk ve her ders çatır çatır tartışıyorduk.
90’lı yıllardı, tartışan konuşan Türkiye trendi vardı. Televizyonlarda tartışma programları sabahlara kadar sürer, konular ertesi güne taşardı. 

Ne kadar çok konuşursak, tartışırsak o kadar iyi sanırdık. Küçük küçük de olsa güzel gelişmeler de oluyordu. Liselerde ‘Demokrasi ve İnsan Hakları’ dersi okutulmaya başlanmıştı. Bu adımın bizim demokrasimizi kurtaracağını düşünüyorduk!
90’lı yıllardı. Ülkede demokrasinin D’sinden söz edilemiyordu, insan haklarını ise Hak getireydi.
Güneydoğu’da çatışmalar, operasyonlar yer yer sıkı yönetim, sokağa çıkma yasakları vardı.
Gazeteciler tutuklanıyor.
Aydınlar öldürülüyor.
Can Yücel, Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanıyor, Cumhurbaşkanı Demirel tarafından affediliyordu!
Gülen cemaati başta olmak üzere dini grupların üstüne gidiliyordu; 28 Şubat süreciydi.
Faili meçhuller, kim vurdular olağan gündemimizdi.
***
Bütün bu facia gibi gidişatın farkına varmış olan o dönemki Milli Eğitim, gelecek nesiller daha da berbat olmasın diye bize Demokrasi ve İnsan Hakları dersi okuttu.
Bilenler bilir ülkelerin ders programları ihtiyaçlar üzerine şekillenir. Öyle ki, bir ülkede matematik zekasında azalma görülürse eğitim programlarında Matematik dersinin yeri çoğaltılır.
Demokrasi ve İnsan Hakları dersinin okutuluyor olmasının bu yönden de bir önemi var. Öte yandan bu yıl ilkokul 4. sınıf öğrencileri için ‘İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi’ dersi programa dahil edildi.
Milli Eğitim, demokrasi dersini ilkokullara kadar düşürdüyse ciddi bir tedirginlik var demektir.
***
Veya artık Milli Eğitim ve hükümetlerin anlaması gereken demokrasinin sağlam inşası için salt ders programları yeterli olmuyor. İnsan haklarına ve demokrasiye saygılı ve dayalı bir devlet yapısı kurmak çok daha kestirme bir yol olur.
Yoksa ilerliyoruz diyerek hep aynı çember içerisinde yol almaktan yorulduk. Kısa süreli reformist yaklaşımlar, demokratik görünümler bu ülkeyi taşıyamaz.
İnsan Hakları ve Demokrasiyi salt ders programı içerisinde hapsetmek bu ülkenin insanına nefes olamaz.
90’larda olmadı, bundan sonra da olmaz. 90’ların anti demokratik ve insan haklarından uzak yönetimleri AKP realitesini ortaya çıkardı.
Şu anda parti farkında mı bilinmez ama kendi alternatifini yavaş yavaş kendi elleriyle oluşturuyor. 90’larda demokrasinin su gibi bir ihtiyaç olduğunun farkında olan bugünkü parti kitlesi demokrasiyi sadece bir ders materyali gibi görmeye devam edemez. 
(02.12.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

18 Aralık 2015 Cuma

ÖĞRETMEN GÜNÜ

Güneş güzel bir mesajla doğdu dün. Mesajı alana kadar ‘Öğretmenler Günü’ olduğunun farkında değildim.
“Hocam öğretmenler gününüz kutlu olsun :)”
Öğretmenler Günü olduğunun farkında olsam bile, ben öğretmenlik mertebesinde birisi değilim. Sadece bir dönem MEB sisteminin ‘adam kullanma’ mantığından faydalanarak ücretli öğretmen oldum. Bu sayede MEB ucuza eleman ihtiyacını karşılarken ben de hep hayalim olan öğretmenlik mesleğini tatmış oldum. MEB ile aramızda karşılıklı ‘kullanılmaya’ dayalı bir ilişki vardı. Bir buçuk dönem İletişim Lisesi’nde Gazetecilik Derslerine girdikten sonra hem de dönemin orta yerinde Devlet beni bir kenara attı!
Bu hareketle karşılaşınca öğretmenlik mesleğinin kutsallığının devletten değil tamamen öğrencilerden kaynaklandığını anladım.
MEB sistemi ve devletin yönetim şekli aslında öğretmenlere hayatı zehir ediyor ama o fedakar insanlar buna rağmen her şeylerini öğrencileri için iyiliğe ve paylaşıma harcıyor.
Bir öğrencinin gözlerinin içinde mutluluğun parlaklığını görmeyenler bunu bilemez. Daha da ötesi bu duyguyu tarif edebilmenin imkanı da yok!
***
Bu yüzdendir ki sen iki saat kendi çocuğunun gürültüsüne dayanamazken o öğretmen bütün gün çocuk gürültüsü içerisinde boğuşuyor.
Bu yüzdendir ki sen kendi çocuğuna bir şeyi iki kere anlattığında anlamadığı zaman hakaretlere başlarsın da o öğretmen sabırla tekrar tekrar konuyu anlatır.
Bu yüzdendir ki sen yol ücreti / yemek olmadan bir işe başlamazken o öğretmen her öğlen kuru tost çaya talim eder.
Bu yüzdendir ki sen maaşına ekstra zam istemeden bir semtten öbür semte iş değiştirmezsin ama o öğretmen kuş uçmaz kervan geçmez yerlere ‘atandı’ diye görev aşkıyla koşa koşa gider.
Bu yüzdendir ki sen kendi mesleğinle ilgili hiçbir eleştiriyi kabul etmezsin ama öğretmenin başına üşüşür ona işini öğretmeye kalkışırsın. O öğretmen de sabırla seni dinler.
Bu yüzdedir ki sen bütün kariyer hesaplamasını para üzerinden yaparken o öğretmen bütün kariyer hesaplamasını senin çocuğunun başarısı ve mutluluğu üzerinden yapar.
***
Öğretmenlik başlı başına ilizyon / mucize gibi bir şey. Sağlıklı bir öğretmenlik yapılabilmesi için memlekette fiziki, psikolojik ve ekonomik koşulların hiçbiri uygun değil. Ancak buna rağmen öğretmenlik size inanılmaz bir mutluluk veriyor. Bunun da tüm nedeni öğrencilerin size verdikleri mutluluk. Benim dün sabah yaşadığım mutluluk gibi, eski öğrencilerinin sizi hatırlaması ve size mesaj atması gibi. Yoksa ne devlet ne de MEB mutlu öğretmen tablosundan kendisine pay çıkartmaya kalkışmasın.
Koşulların ne derece feci ve yetersiz olduğu rakamlara da sürekli olarak yansıyor. Son olarak öğretmenler günü için yapılan ankette de çarpıcı sonuçlar dikkat çekiyor. Eğitim-Sen’in açıkladığı anket sonucunda görüldü ki, öğretmenlerin yüzde 41.4’ü öğrenci veya veli şiddetine maruz kalıyor. Aynı ankete katılan öğrenmelerin 3’te biri meslek saygınlığının olmamasından yakınıyor. Peki bütün bunlara karşılık alınan tedbir var mı? Yok. Hatta öğretmenlik meslek itibarını iyice zayıflatmaya yönelik çalışmalar devam ediyor.
Öğretmenleri doğrudan velinin kucağına bırakan mülki amirler. Hiçbir okula maddi kaynak sağlamayan ama aynı zamanda da kaynak bulacaksın diyerek okul idaresi ile veliyi karşı karşıya getiren bir devlet yönetimi. Eğitim sisteminin içerisini boşaltarak öğretmeni sadece öğrencilerin başında ‘bekçi’ konumuna getirmeye çalışan MEB sistemi. Bütün bunlara rağmen hala öğretmenlerin büyük fedakarlıklarla çalışması takdir edilmelidir.
***
Bütün olumsuzluklara rağmen bu memlekette kardelen gibi öğretmenler ve çiçek tomurcukları gibi öğrenciler olduğu müddetçe öğretmenlik hala kutsal olmaya devam edecektir.
Başta kendi anne ve babam olmak üzere öğrencilerin gözlerinde ışığı görmüş olan tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlu olsun. 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 25.11.2015)

15 Aralık 2015 Salı

KIRIK AYNALAR

Kötü Kalpli Kraliçe aynasından kendi egosunu tatmin ederken aynı zamanda aynayla dünyayı takip ediyordu.
İçindeki kötülüğü bütün dünyaya yaymak için ‘Kırık Aynalar’ büyüsü yaparak bütün aynalara yerleştirdi.
O günden beri aynaya bakan insanlar bir kısmında kendi yüzünü görürken arka suretinde Kötü Kalpli Kraliçe’nin yüzünü görüyordu. Kendi içindeki kötülüğü buluyordu.
***
Masal mı anlatıyorum?
Gerçekler bunlar! Bugün yaşadığımız dünya kötü masallarda yer alabilecek hikayeler gibi. Gerçek değil kabuslarla dolu kötü bir rüya gibi.
Sabahları uyanıp aynaya baktığımda artık sadece kendi yüzümü görüyorum. İnsanlık erdemini yitirmiş bir yüz. Sadece yaşamak, hayatta kalmak için didinen bir yüz. Aynanın tamamını kötülük kaplamış.
Aynada yansıyan suretimde insanı göremiyorum artık.
Nasıl bir insan her ölüm haberini ‘kim ölmüş?’ diye karşılayabilir?
Nasıl bir insan her yeni ölümü önceki ölümlerin ‘intikamı’ diye algılayabilir?
Nasıl bir insan bir kadın tecavüze uğradığında ‘mini etek giymiş miymiş’ diye sorgulayabilir?
Nasıl bir insan her yeni katliamı ‘bunun siyasi sonucu nasıl olur acaba’ diye irdeleyebilir?
Nasıl bir insan her bayram tatilinde ‘yine kaç kişi trafikte öldü acaba’ diye televizyonu açar ve her bayram aynı katliam yaşanmasına rağmen önlemek için yine de hiçbir şey yapmaz?
Nasıl bir insan bir cinayet haberi gördüğüne ‘kim öldürmüş değil de neden öldürmüş’ diye sorar?
Nasıl bir insan her yıl iş kazaları raporlarına bakar da durumu sadece karşılaştırır ama ölümleri önlemek için hiçbir şey yapmaz?
Nasıl bir insan sadece karşı tarafta diye toplumun yarısına ‘öteki’ gözüyle bakabilir?
***
Aynalar yansıma ve çoğu zaman da yanılsamadır. Gerçek değildir aslında aynada gördüğünüz ama genellikle yansımamızdır.
Gazetecilik için de ‘Toplumun Aynasıdır’ tanımı kullanılır. O ayna da kırılalı çok oldu. Artık medya toplumun aynası ama nasıl bir ayna? Gerçekleri yansıtan değil yanılsatan!
Sosyal medya ise toplumun en güzel aynası son dönemlerde. Toplumun sosyal medyaya nasıl yansıdığını bir görün.
Her ölüm, her acı bir başkasının sevinci…
Her zafer, her kazanım bir başkasının kini…
Herkes gömüyor ötekini…
***
Sadece Türkiye de değil üstelik. Yeni yüzyılla birlikte yaşanmaz bir hal aldı dünya. Savaş, terör, kin, nefret ve sömürü her yeri sardı.
Oysa böyle olmamalıydı dünya.
Böyle bir dünya vaat etmemişti peygamberler.
Böyle bir dünya düşlememişti ideolojilerin liderleri.
Böyle bir dünya istememişti Çiçek Çocuklar.
Böyle bir dünya için mücadele etmemişti devrimciler, reformcular…
***
Evet, ayrılık hep vardı. Evet, savaşlar hep vardı. Acılar hep vardı.
Hep iki kutupluydu bu dünya.
Ama ilk defa iki keskin kutup var artık; Sevgi ve Nefret…
Sevgiyi anlatmak hiç bu kadar zor olmamıştı.
Barışı istemek, huzuru istemek, sadece yaşamayı istemek hiç bu kadar zor olmamıştı. Ölen bir insan için üzülmek; ölen Fransız da olsa, Türk de olsa, Kürt de olsa, Müslüman da olsa, Hıristiyan da olsa, Senden de olsa, Karşıdan da olsa bir ‘İnsan’ için üzülmeyi istemek hiç bu kadar zor olmamıştı.
İki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz artık. Bir yanda sevgi, bir yanda nefret.
Ve ne korkunç ki, nefret dalga dalga yayılıyor. 
(08.12.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

10 Aralık 2015 Perşembe

BUNLAR HEP CEZMİ ERSÖZ ETKİSİ!

Sigarasından derin bir duman çekti. Aynı dumanı hızla; uzun ve kesintisiz bir nefesle yüzüme doğru üfledi.
Porselen kaptaki koyu çayına bir küp şeker daha ilave ederek metal kaşığı bardağın duvarlarına vura vura sinirlice karıştırdı.
Siyah ojeli uzun tırnaklarını masanın üzerinde duran broşürün üzerinde takırdattı hiddetlice.
“Bu adamdır bu halimizin sebebi. Bu adamdır yalnızlığımızın bi nedeni. Bir kuşağı etkisi altına aldı; hepimizi şizofrenik aşıklar haline getiren. Bir ömür onun anlattığı adamı aradım yok, yok, yok… Bizim kuşağın aşk beklentisini çok yukarıda tuttu! Hepimizi etkisi altına aldı ve yalnızlık benciliğimiz oldu.”
***
Seri vaziyette kelimeleri ardı ardına dizerken gözüm masanın üzerindeki broşüre takıldı; Cezmi Ersöz…

         Cezmi Ersöz
         söyleşi ve imza günü
         7.11.2015
         Cumartesi – 18.00
         Arka Plan Sanat Galerisi
Fotoğraftaki adam 90’lardan tanıdık bir sima, eski bir dost… Hala melankolik bakışını uygulaya biler imkansız aşklar ve ütopyaların en iyi yazarı Cezmi Ersöz.
Yüzünde kırışıklıklar yaşlılık değil, yaşanmışlık etkisi uyandıran kızın “Bir kuşağı etkiledi” sözlerine takılmışken dudaklarımdan “Hayallerini Yak Evi Isıt” cümlesi dökülüverdi.
Lisedeyken Cezmi Ersöz’ün en çok sevdiğim şiiriydi, ezbere bilir sürekli sayıklardım…
                   Sevgim seni yurduna getirdi:
                   tuzak ev, dilsiz baba, yenik anne…
                   işte hepsi bu…
                   Hayallerini yak, evi ısıt.
                   Gidebileceğin en büyük oda arka odan.
                   İçeriden sesleri geliyor annenle babanın,
yanlış ilişkiler ayaklarını yerden kesiyor.
                   Artık biliyorsun çarpınca duvara ne kadar acıyacağını kalbinin.
                   Sevgim seni yurduna getirdi…
***
Artık biliyordum çarpınca duvara ne kadar acıyacağını kalbimin! Lisedeki ilk ayrılık, ilk kalp ağrısı. Sonra bir daha, bir daha, bir daha… Acı, aynı acı, hep aynı acı… Gerçekten artık kalbimin duvara çarpınca ne kadar acıyacağını biliyordum. Hatta kalbimi yerden alınca ne kadar zamanda toparlanacağını da biliyorum artık…
Kız haklı mıydı yoksa. 80 doğumluların aşk hayatına nüksetmiş olabilir miydi Cezmi Ersöz… Öyküler ardı ardına sıralandı zihnimde;
         Yok karşılığı yüzünün,
         Kafka market,
         Saçlarının kardeş kokusu,
         İçime gir ama sigaranı söndürme,
         Derinliğine kimse sevgili olamadı,
         Kırk yılda bir gibisin,
         Ancak bir benzerim öldürebilir beni,
         Yok karşılığı yüzünün,
         Şizofren aşka mektup
***
Doğruluk payı vardı sanırım. Hep bir benzerimizi aradık aşkta; çünkü ancak bir benzerimiz bizi öldürebilirdi. Ancak bir benzerimize aşık olabilirdik. Ama biz her geçen yıl yalnızlaştık. Aşk, demokrasi öksüzleşti. Ne o Cezmi Ersöz öykülerindeki aşklar kaldı, ne de o beklediğimiz demokrasi geldi.
Koca bir kuşak aldatıldı! 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 11.11.2015)

9 Aralık 2015 Çarşamba

SEÇİMİN GÖR DEDİĞİ

Hem şahsi işlerimin yoğunluğu hem de seçim öncesi atmosferde şahsen yazı yazmayı sevmediğim için uzunca bir süre bu köşeyi ihmal ettim.
İşte şimdi seçimini yapmış, rahatlamış, sütliman(!) bir memlekette yeniden buluşuyoruz.
Haziran seçimleri sonrasında küçük bir ‘seçim analizi’ yapmıştık. O analiz hiçbir işe yaramadı; zaten 7 Haziran’ın ortaya koyduğu tablo da hiçbir zaman değerlendirilemedi. Şimdi yeni bir analiz yapma zamanı.

1.     Haziran sonrası seçim barajı yüzde 10’un altına çekilerek seçime gidilmeliydi. Her ne kadar yan yana gelmek istemeseler de hem MHP hem de HDP barajın altında kalıyordu. Sanırım her iki partide bunun önemini kavramıştır. Hala demokrasimiz için en büyük engelin %10 seçim barajı olduğu aşikar. Şimdi artık barajın düşürülmesi hükümetin lütfuna kalmış durumda!
2.     Haziran’da şöyle bir yorumda bulunmuşuz; “AKP’nin önünde iki yol mevcut ya Erdoğan’ın partisi imajı ile devam edecek ve her adımda eriyecek ya da kurumsallaşarak Türkiye’de merkez sağın güçlü aktörü olarak büyümeye devam edecek.
Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydanlardan açık desteğinden bahsetmiştik. Görüldü ki, Erdoğan bir adım geride durunca Parti çok daha büyük bir başarı kazanıyor. Ama yine de soru hala güncelliğini kuruyor; Parti kimin?
3.     Sol tarafa gelince ise şöyle bir analiz yapmışız; “HDP çatısı altında birleşen sol koalisyon yarın öbür gün ‘küçük’ ve ‘milliyetçi’ çıkarlara kurban edilmemeli.”
Tam da böyle oldu! HDP’nin bir sol birlik partisi değil salt Kürt partisi olduğu vurgusu yapıldı. EMEP gibi bir birleşen bile küstürüldü. HDP seçim sonuçlarından mutlaka iyi bir ders çıkartmak zorundadır.
4.     CHP, HDP’nin meclisteki varlığıyla elini güçlendirdi. 2000 yılından bu yana sağ dayalı politikalar izleyen CHP, MHP’nin de iyice zayıflamasıyla birlikte bu alışkanlığından vazgeçmelidir. Arık mecliste yüzde 35’lik sol blok mevcut. CHP ve HDP bu bloğu işlevsel olarak kullanmayı becerebilmelidir.
5.     Her yeni seçimde oy pusulaları biraz daha kısalıyor. Bu da siyasetin iyice merkezde yoğunlaştığının göstergesi. Meclis dışında kalan partilerin aldıkları oy oranları da ortada. Milletin artık tabela partilere tahammülü kalmadı.
6.     MHP nasıl bir yol izleyecek. Bugüne kadar mecliste AKP’nın en iyi yol arkadaşı olan MHP yine bu stratejisini sürdürecek mi? Parti’nin istediği Anayasa değişikliği için MHP destek verirse Türk siyasetinde kartlar yeniden dağıtılır.
7.     Bir anda son verilen Çözüm Süreci yeniden masaya yatırılmalı. Geçirdiğimiz 5 aylık bir süreç çatışma ortamına ve 90’lara geri dönülmesinin istenmediğinin göstergesi. Bu da net bir şekilde iktidar partisine giden oylarla somutlaştı.
8.     Çözüm Süreci’ni yeniden gündeme getirmek isteyecek olan HDP’nin tutumu meclis içindeki politikalarda çok belirleyici olacak. Hem AKP hem de HDP yeni Anayasa istiyor. Yeni Anayasa için HDP AKP’ye destek verirse CHP ve MHP otomatikman yalnızlaşacaklar ve elleri zayıflayacak. Aynı zamanda HDP daha doğamadan ‘sol blok’u çökertmiş olacak.
9.     Bugünden sonra Parti’nin hareket hamleleri memlekette her şeyi belirleyecektir. İki muhtemel yol görünüyor; daha önce gündeme gelen ‘fabrika ayarlarına dönülmesi’ maddesi işleme konulursa reformist bir yapı ile yola devam edilecek. Ancak bu reformlar Başkanlık Sistemine geçişi sağlamak için mi yoksa Avrupa Birliği normlarını uygulamak için mi gerçekleştirilecek. Bunun kararını Parti kurmayları verecek.
Ve son olarak 17-25 Aralık. O neydi ki… 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 04.11.2015)

3 Aralık 2015 Perşembe

EĞİTİM ÖĞRETEMEDİN YILI

Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır…
Üst kurulu Talim ve Terbiyedir…
Memleketimiz önceki gün yeni bir Eğitim ve Öğretim yılına daha girmiş oldu…
Görüldüğü üzere şematik örgütlenmede; eğitim var, terbiye var, talim var, öğretmek var, bir de milli var. Gel gör ki okul denilen fiziki binanın içerisinde bunlara rastlamak oldukça güç.
***
CNBC-e Bussines Dergisi’nin her yıl sektirmeden yayınladığı yaşanabilir iller araştırmasını merakla beklerim. Sakarya’da vaziyet nedir ne değildir bakarım. Bu yıl da geçen yılki ve bundan önceki ve de bundan bundan önceki yıl olduğu gibi Sakarya’nın durumu parlak değildi. 6 ana başlık bulunan araştırmanın eğitim ayağında Sakarya 81 il arasında 55’inci sırada yerini almış.
Sakarya’da durum böyle de Türkiye’de farklı mı sanki!
Dünyada eğitim alanında en büyük referans olarak kabul edilen PISA araştırmasında Türkiye her yıl sınıfta kalıyor.
Son olarak mayıs ayında yayınlanan OECD raporunda Türkiye eğitim alanında 76 ülke arasında 41. sırada yer aldı.
Bu 41 kere Maşallah denilebilecek bir durum değil elbette…
Singapur’un başı çektiği listede Türkiye’nin geriye düşmesi demek geleceğinin de geriye düşeceği anlamına gelir.
***
Memlekette eğitimin kötü olduğunu rakamlarla ortaya koyan bu araştırmaların dışında elle tutulur somut örnekler de mevcut. Okulların durumu, kitapların içerik saçmalığı, öğretmen kadrolarının geçici önlemlerle doldurulması gibi…
Bendeniz ortaokuldan bu yana Milli Eğitim sistemine karşı oldum, düzgün bir işleyişe sahip olmadığını düşündüm. Geçen yıllarda da lise düzeyinde ücretli öğretmenlik yapma şansım oldu. Hatta işi bir miktar daha ileriye götürerek Pedagojik Formasyon eğitimi aldım. Yani sizin anlayacağınız, bugün devlet gel dese öğretmenlik yapabilecek her türlü kabiliyet ve belge bende mevcut. O açıdan biraz içeriden konuşacağım.
Öğretmenlik yapınca gördüm ki, ortaokulda sahip olduğum düşünce doğruymuş. Milli Eğitim sistemi tamamen angarya ve işlevselliği mümkün olmayan bir yapıya sahip.
***
Devlet öğretmeni öğrencilerin başında ‘bekçi’ olarak görüyor!
Milli Eğitim de öğretmeni öğretmeye ‘mecbur’ makine olarak algılıyor!
İktidar partisi ise (bunu şu zaman için söylemiyorum) okulları şekillendirilmesi gereken, gelecek partili nesil olarak işliyor!
Ülkede medya eğitime hiçbir katkı sağlamıyor!
Aileler ile okul mesafesi kopuk!
Bunların hepsini üst üste koyduğunuzda da sonuç hüsran oluyor.
***
Çünkü eğitim bir bütündür. Doğumla başlar ölene kadar devam eder. Bu kutsal sürece de aile, okul, televizyon, toplum, siyasiler herkes ama herkes katkı vermek zorundadır. Okuldaki eğitimi medya desteklemiyorsa okul binaları çocukların günün belli saatinde vakit geçirdikleri bir yer olmaktan öteye gidemez.
Türkiye’de tam olarak da olan bu; genel kültürü zayıf ne ülkesini ne de dünyayı tanımayan bir gençlik yetişiyor okullarda. Bu boş eğitimi de medya boş yayınlarla destekliyor.
***
Olan ise öğretmenlere oluyor; çünkü hem devlet hem öğrenci hem veliler hem de Milli Eğitim’in benimsemiş olduğu tek politika var; ‘Öğrenemeyen öğrenci yoktur, öğretemeyen öğretmen vardır.’
Onlarca eğitim kuramından bizimkiler en garantisini seçmiş, ‘öğretemeyen öğretmen!’ Vurun abalıya!
Kitaplar öğrencinin seviyesinde yazıldı mı yazılmadı mı? Sınıf mevcudu sağlıklı eğitim için yeterli mi? Öğrencinin hazır bulmuşluğu iyi mi? Öğrenmeye açık mı?
Bunların hiçbirine bakma, kestirmeden sonucu yapıştır; Öğretmen öğretemedi.
***
Tüm öğretmenlerimize yeni Eğitim ve İllaki Öğreteceğin yılında başarılar diliyorum! 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 30.09.2015) 

30 Kasım 2015 Pazartesi

PALMİYE CADDESİ’NİN BAKIMSIZ PALMİYELERİ

Bir yıla yakın bir zaman dilimindedir peyzaj kültürü ile yakinen bir temasım var. Bu işe başlamadan önce Peyzaj Mimarı bir arkadaşım ‘peyzaj’ senin bakış açını değiştirecek, demişti. İnanmadım! Bugün gelinen noktada haklı çıktığını kabul ediyorum.
Peyzaj Mimarı arkadaşım, peyzajla ilgilisi olmayan insanların yolda yürürken trafik ve binalara takıldıklarını ama peyzajla birilikte görüş açısına bitkiler, çiçekler ve çevre düzenlemesinin girmeye başladığını söyledi. Ve ekledi; gazeteci olarak bir yerden sonra trafiği yazmayı bırakacaksın.
Tamamen haklı çıktı!
BizimSakarya’da yeniden yazmaya başladığım zaman ilkyazımın başlığı ‘Bir yayanın Adapazarı rehberi’ idi. Şehirde yayalar ve araçların trafik keşmekeşliğini anlatıyordum. Bugünkü yazı ile gazetede 40 sayısına ulaştık. Eski yazılarıma bakıyorum bir düzineye yakın peyzajla, süs bitkiciliği ile ilgili yazılar yazmışım.
***
Bugün bir yenisi daha bunlara ekleniyor. Peyzaj vizyonu gözümün önünde dururken yazmazsam çatlarım!
Adapazarı’nda Palmiye Caddesi olarak bilinen Yeni Cami Bulvarı’nda bulunan palmiye ağaçlarının bakımsız durumu sizi de rahatsız etmiyor mu?
Palmiye gövdelerindeki yaprakların kesilme zamanı geldi de geçiyor bile. Bunu Büyükşehir / Adapazarı belediyeleri park bahçeler görevlileri görmüyor mu acaba…
Çünkü bildiğimiz kadarıyla; “Palmiyelerde yaprak kesimi, kurumuş ve göze hoş görünmeyen, bazı zararlılar için saklanma yeri olan, kuruyarak yangın tehlikesi oluşturan yaprakların temizlenmesi şeklinde yapılır.” (Floraplus Dergisi)
Üstelik yukarıya doğru yaprakları budanan palmiyeler çok daha hoş bir görünüme kavuşuyor. Belki o zaman otomatikman bulvarın manzarası bile değişebilir.
***
Görevliler zamanı geldiğinde mutlaka bakımını yapacaklardır.
Biz sadece gözümüze takılan bir hususu dillendirelim dedik…
Zaten Adapazarı merkezinde palmiye görmek göz zevkimi yeterince zorluyor. Bir de üstüne kendisine yabancı iklimde yaşamaya çalışan zavallı palmiyeleri bakımsız görünce üzülüyor insan.
***
Bizim belediyelerin peyzajda palmiye kullanma şaşırmacasına hiç değinmeyeceğim…
Palmiye bitkisi peyzajda deniz, güneş, doğa, tropik bir görüntü oluşturarak insanlarda tatil hissi uyandırır. Belediye de büyük ihtimalle bütün yaz, benim gibi çalışanlara inat olsun diye o palmiyeleri gözümüze sokuyor. Yoksa en yakın denize 50 kilometre, Akdeniz bölgesine 7 saat uzaklıkta bir şehrin orta yerine neden palmiye ekilsin. Bir metafor oluşturulmuş…
***
Hele Yeni Cami’nin avlusunda bulunan palmiyeler sanırsınız ki, Adapazarı Yeni Cami değil, Antalya Kepez’deki Yeni Cami avlusu.
***
Bir şehir peyzajının o şehrin özelliğini yansıtması gerek vesselam… 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 23.09.2015) 

13 Kasım 2015 Cuma

GENEL KAZIK SİGORTASI!

Türkiye’de yaşam sürekli birine borçlanmakla geçiyor.
Ya mahalle bakkalına borcunuz vardır ya da sokaktaki otoparkçıya.
Dostunuza zor günde aldığınız bi’ yüzlük borcunuz vardır, hiç olmadı site yöneticisine aidatı hala ödememişsinizdir.
Bankaya kredi kartı borcunuz zaten vardır, işverenseniz stopajıydı işçinin sigorta primiydi dizi dizi birikmiştir.
Bunların hiçbiri yok mu?
Hiç merak etmeyin, o zaman da devlet size bir borç çıkartır.
***
Bendeniz ülkede borçsuz harçsız yaşayan ender mutlu azınlıktandım. Bundan bir süre önce banka kartımla aramdaki ilişkiyi de bitirdikten sonra mutlu mesut yaşıyordum ki, devlet beni borçlu çıkarttı.
Genel Sağlık Sigortası diye bi’şey varmış. O genel şeyden ben tamı tamına 6 bin 879 lira 88 kuruş devlete borçluymuşum.
Laa ben kimseye borçlanmayayım; rahat bir hayat yaşayayım diye bu yaşıma kadar ne kredi çektim ne mala mülke tamah ettim. Devletin bana yaptığı hak mı? İnsanlığa sığar mı?
Gittim devlete sordum, bu dedim neyin borcu?
Devlet dedi, senin yerine sigortanı yatırdık.
Bu çok güzel bir şey. Devlet ben görmeyeli baya sosyal devlet olmuş. Demek ki, sigortası olmayan vatandaşına sigorta yapıyor. Ne kadar güzel! Olması gerektiği gibi.
Dedim, çok güzel çok teşekkür ederim. Peki bu borç ne? Borç nerden çıktı?
Devlet dedi, ben senin primini ödedim sen şimdi bana geri ödeyeceksin.
Allah Allah!!!!!
Dedim, ödemeseydin o zaman bana mı sordun?
Devlet dedi, olmaz devlet vatandaşını sağlık güvencesi olmadan bırakmaz!
Dedim, ne güzel bir iyilik yapmışsın şimdi niye geri istiyorsun.
Sistem böyle, dedi.
***
Bak güzel kardeşim devletim!
Ben zaten sigortalı çalıştığım zaman benden prim kesiyorsun. Üstüne vergi alıyorsun. Alıyorsun da alıyorsun… Kestiğin primleri bir sandıkta biriktiriyorsun. Ben sigortasız olduğum zaman sağlık harcamamı sigortalı çalıştığım zamanda benden biriktirdiğin paralardan karşılasan olmuyor mu?
Hem bana 6 bin küsur nerdeyse 7 bin liraya yakın sağlık borcu çıkartıyorsun. Benim ise bu esnada doktora gidip muayene olmuşluğum bile yok.
Çok şükür sağlığım arada bir eczaneden bir kutu Arveles almaktan öte gitmeyen bendenize özel hastane gibi fatura çıkartıldı.
Yüzüme botoks mu yaptırdım ki devlet bana 7 bin lira borç çıkartıyor.
***
Devletin sözcüsü SGK memuru dedi ki, yanlış hesaplanmış primler bu güncellenecek borcunuz kalmaz, bu borç 150 TL’ye filan iner.
Şaka mısınız siz!!!
7 bin liralık borç nasıl 150 TL’ye iniyor.
Bu nasıl bir sistem, bu neyin kafası?
Etrafımda kime sorsam bir Genel Sağlık Sigorta borcu var. Sonra borç siliniyor filan…
Ülke çok gergin olduğu için devlet arada bir bize şaka mı yapıyor acaba… 
(16.09.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

12 Kasım 2015 Perşembe

DEVALÜASYON

Ortalık öylesine toz duman, öylesine gürültülü, öylesine karanlık ki bazı sesler duyulmuyor, bazı çığlıklar işitilmiyor, bazı gerçekler görünmüyor.
Benim parayla aram hiç olmadı. Kısaca paraya karşı bir adam oldum hep. Sağ olsun para da hep bana karşı oldu. Aramızda ciddi bir mesafe var ne o bana yaklaşıyor ne de ben ona…
Paranın ekonomisinden, muhasebesinden, iktisabından kısaca kitap dilinden de hiç anlamam.
Tek bildiğim nerde bir karışıklık çıksa, nerde bir kavga olsa bu işten kim kazançlı çıkıyor diye bakarım. Hemen bakış açımı değiştiririm. Koca koca dünya savaşlarına ekonomik gözle baktığınız zaman algınız daha farklı oluyor çünkü. Truva savaşının Helen’in güzelliği için değil de Truva’nın ticari potansiyeli için 10 yıl sürdürüldüğünü düşünmek romantizmden uzaklaştırıyor insanı…
***
90’lı yıllara yakinen tanıklık ettiğim için ekonomiyle ilgili bir de ‘devalüasyon’ kelimesini çok iyi biliyorum.
Nedir devalüasyon? Halk tanımıyla, paranızın nanay olması…
Kitaptaki tanımı ise şu; “Devalüasyon, bir devletin resmi para biriminin diğer ülke dövizleri karşısında değer kaybettirilmesidir.”
Haber dilindeki karşılı ise ‘dolar arttı, euro zıpladı’ gibisinde olur. Tersten bakış açısı ise ‘Türk parası dibi gördü’.
Doları ele alalım. Ocak ayında 2,20 / 2,30 bandında seyreden dolar seçimlerin hemen ardından 8 Haziran günü 2,75 liraydı. Bugün ise 1 dolar alabilmek için cebinizden 3,04 lira çıkartmak zorundasınız.
Artık birçok Avrupa ülkesinde Türk Lirası 10’luk sitemle işlem görüyor. Döviz bürolarında 10 TL’nin karşılığı para birimi yazılıyor. Birçok ülke tv’sinde ve gazetelerinde TL döviz tablosundan çıkartıldı.
Türk parası müthiş bir değer kaybı yaşadı ve hızla yaşamaya devam ediyor. Lafın özü 6 sıfırı atarak kazandığımız değer sıfırlandı.
***
Taraf’tan Süleyman Yaşar, TİK rakamlarını şöyle değerlendirmiş: “Türkiye İstatistik Kurumu bu yılın ikinci çeyrek büyümesini açıkladı. Buna göre; Nisan – Mayıs – Haziran’da Türkiye ekonomisi Türk Lirası olarak sabit fiyatlarla geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,8 oranında büyüdü. Ama dolar geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 10,7 oranında küçüldü. Böylece son bir yılda milli gelir 799 milyar dolardan 772 milyar 337 milyon dolara geriledi. Böylece kişi başına gelir 10 bin 390 dolardan 9 bin 901 dolara düştü. İşte kişi başına gelir, on bin doların altına gerileyince, Türkiye orta gelirli ülkeler arasından çıkıp fakir ülke kategorisine doğru yol aldı.”
***
Ekonomide böyle büyük ve önümüzdeki günlerde çok başımızı ağrıtacağa benzer durumlar mevcut. Ancak biz malum sebeplerden dolayı ülke gündemimizi hiç bu noktaya getiremiyoruz. Canımız yanıyor, bunları konuşacak zaman değil…
Öte yandan da hızla yeni / yeniden seçime hazırlanıyoruz.
Bir seçimin en büyük argümanın ekonomi olması gerekir. İktidar partisi ekonomideki başarısı ve başarısızlığı ile sorgulanır. Muhalefet partileri ise ekonomiye katacaklarıyla oy isterler.
Peki biz bu seçim sürecinde ekonomiyi konuşabilecek miyiz? Hiç sanmıyorum.
Gündem maddelerimiz şimdiden belli; terör, PKK, HDP, HDP meclise girmesin, HDP meclise girsin…
***
Ekonomiyi kim konuşacak peki…
Türk parasının değersizleşmesinin hesabını kim verecek peki…
Göz göre göre devalüasyon yaşadık, bu gündem dahi olamadı. Türkiye’de iktidarlar ekonomik kriz yaşanmadan çökmez. AK Parti eliyle ekonomik kriz gizleniyor! Dikkatler çok daha büyük bir hassasiyete çekildi.
Artan terör olaylarına böyle baksak çok mu büyük bir komplo teorisi ortaya koymuş oluruz acaba… 
(13.09.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

10 Kasım 2015 Salı

METRO İLE BİR GARİP YOLCULUK!

Pazar gezmesi için İstanbul Anadolu yakasına kadar gideyim dedim. Dedim n’olacak şurası, 5 dakikada Beşiktaş. Dedim başıma ne gelebilir ki!!!
Şehirlerarası yolculuklarda son 10 küsur yıldır ilk tercihim olan Metro Turizm yazıhanesine doğru yöneldim. Sonu 1003 numaralı Metro Passenger Card’ımı çıkartıp bir tane koridor kenarı Adapazarı - Samandıra bileti istedim.
Saat 15.00… 543480 numaralı sefer… 15 numaralı koltuk… 21 lira, bunun 3,20 TL’si devlete vergi… servis 14.30’da buradan kalkıyor, size uyar mı dedi gişe görevlisi. Her şey yolunda görünüyor; uygundur dedim bana uzatılan bileti imzalayıp cebime koydum.
Artık Metro ile aramızda imza gibi güçlü bir bağ vardı. Nikah memurunun önünde atılmış imzaya benziyor, yolculuk başladığında geri dönmesi zor!
***
Sıradan bir pazar gününde Vodafone reklamındaki kız gibi çile çekeceğimi nereden bilebilirdim ki!!! Hani şu güneye doğru otobüsle yolculuk yapan ama internet paketi yetersiz olan kız. İşte o manzaranın benzerini, üstelik internet paketim varken yaşadım.
Daha da kötüsü bir ara kendimi Kusturica filminde figüran sandım. İlerleyen dakikalarda sahneler o derece birbirine girdi ki, Babalayka filmini Kusturica çekmiş gibiydi…
***
Yolculuk zaten rötarlı başladı. Saat 15.00 ama otobüs terminalden hareket etmiyor. Saat 15.04 hala debriyaj gazla buluşamıyor. 17 ve 18 numaralı yolcular ortalıkta yok!
Telefonlar ediliyor, sonunda saç modele 90’ların futbolcularını anımsatan muavin şoföre ‘gidebiliriz’ sinyalini çakıyor.
Ancak 15.06’da yola revan oluyoruz. Yolumuz açık olsun! Derken o da ne? Şoför TEM girişini umursamayıp Eskişehir’e doğru yollanıyor. Yanlış otobüse mi bindim acaba? Yanımdakine bir ‘yolculuk nireye hemşerim’ sorgusu çekiyorum. Doğru, İstanbul otobüsündeyiz ama otobüs İstanbul yolunda değil. Muavini sorguluyorum; “Abi sohbete dalmışız, girişi atladık” diyor. Pamukova’ya gelmeden önce üst geçitten U dönüşü yapılıyor, TEM’e ulaşıyoruz.
Artık bu yol yağ gibi akar!
***
Sapanca’da dinlenme tesisinde yolcu takviyesi yapılacak. 17 ve 18 numaralı yolcular buradan temin edilecek. Ama hesap birden şaşıyor!
Adapazarı Terminalinden eksi 2 yolcuyla yola çıkan otobüs Sapanca’da artı 5 yolcu ile yola devam etti. Kafam bir anda kazan gibi oldu, ortaokul yol / hız problemi çözer gibi hissettim kendimi. İşin içinden çıkamadım. Muavin de çıkamadı! Yine telefonlar sağ sola, merkeze ve şubeye…
Neyseki 2 kilometre sonra bu ayaktaki 5 yolcudan ikisini otobanda park halindeki bir Metro otobüsünün yanında indirildi. Yolcular inince fark ettim ki biri çocuk ve diğeri Metro yeleği taşıyordu. Muhtemel otobüs yolda kalmış, şoför ve oğlu otobüsü teslim almaya gidiyor. Bulunduğumuz yolcu otobüsü de onlara servis görevi yapmıştı.
Ayaktaki yolcuları eksiltmek de krizi çözümleyemedi. Elimizde hala ayakta yolculuk eden 3 yolcu var. Bir ara gözüme ilişti meğer hostes kotlu da doluymuş.
Muavin ayaktaki yolcuları merdivenlere oturturken bir yandan da neden böyle bir fazlalık çıktığını çözmeye çalışıyordu. Sonradan durum anlaşıldı ki yolculardan birisi biletini internet üzerinden almış ama elinde bilet yok. Evet bileti almış ama bir saat sonraki sefer için.
Yine de ben geriye kalan 2 fazladan yolcunun nereden çıktığını anlayamamışken otobüs bir anda TEM’den çıktı. Otobanda güzel güzel seyir halindeyken Körfez’de D-100’e giren otobüs Gebze’ye kadar eski yoldan seyahatine devam ettirdi.
***
Ancak saat 17.05’te Samandıra tesislerindeydim.
Akşam dönüş için yine Metro tesislerindeydim. Herhalde bir an için Stockholm Sendromu yaşadım ve Metro’dan kurtulamadım!
22.20 otobüsündeki yerimi aldım. Hem de nasıl yer almak; 16 numara tekli koltuk, geniş koltuklar, lcd lüks televizyon önümde, neredeyse yarısı boş bir otobüsle jet gibi bir yolculuk. Büyük konfor!
Mesafe aynı mesafe, firma aynı firma, bilet fiyatı aynı fiyat.
Sabah gelirken 3. sınıf, aşmam dönerken 1. sınıf. Metro’nun bunu yapmaya hakkı yok, kaliteye bir standart getirmeli. 
(26.08.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

9 Kasım 2015 Pazartesi

ADAPAZARI BELEDİYESİ’NE PROJE ÖNERİSİDİR

Adapazarı Belediyesi’nin akil yöneticileri beni ciddiye alırlar mı bilmem, ama kendi çapımda bir öneride bulunmak istiyorum.
En Güzel Balkon / En Güzel Bahçe Yarışması.
Amerika’yı yeniden keşfetmenin bir anlamı yok. Bu tarz yarışmalar eskiden çokça yapılırdı. Sonradan yok olmaya başladı.
90’lı yıllarda büyük revaçta olan yarışma belediyelerin Park Bahçeler Müdürlükleri tarafından organize ediliyordu. En temel amacı halka çevre bilinci aşılayarak aynı zamanda balkon ve bahçelerin bakımını teşvik edip kent estetiğine olumlu bir katkı sağlamaktı. Bu minvaldeki yarışmaların tamamen rafa kalktığını söylemek mümkün değil. Türkiye’de hala Güzel Balkon / Güzel Bahçe yarışmalarını düzenleyen belediyeler mevcut. İstanbul Kartal Belediyesi ve İzmir Buca Belediyesi bir çırpıda aklıma gelen belediyelerden sadece ikisi.
Hatta Aziz Duran Adapazarı Belediyesi’nin başındayken ‘En Güzel Bahçe’ diye bir yarışma düzenleniyordu. Bir – iki defa da Yenikent’e özel bahçe yarışması yapılmıştı.
Sonradan bu yarışmalardan neden vazgeçildi, bilemiyorum.
***
Hayati önem taşımıyor tabi ama yeniden gündeme gelmesinde kime ne zarar gelir.
Çiçekçilik sektörünün Türkiye’deki önemli firmalardan birisi olan İstanbul Büyük Çamlıca Fidanlığı Genel Müdür Yardımcısı Şükrü Babal, bir sohbet esnasında 90 yılları anlatırken şöyle cümleler kurdu: Balkonlarımız çok renksiz, 80’ler 90’larda insanlar yağ tenekelerinin içerisine çiçek ekiyor balkonlarını güzelleştiriyordu. Şimdi sektörde her türlü imkan var. En güzel çiçekler, en kaliteli saksılar var ama balkonlarımız çok renksiz kaldı. Belediyelerin yeniden yarışmalarla çiçek bilincini tazelemesinin faydalı olabileceğini söyledi.
***
Adapazarı gibi yeşili önemli bir yer teşkil eden, ayrıca fidan üretiminde önemli bir paya sahip olan şehre böylesi bir yarışma yakışır.
Hatta klasik boyuttaki bu yarışma daha da modernize edilebilinir. En Güzel Balkon / En Güzel Bahçe kategorisine En Güzel Kafe / Restoran Bahçesi veya En Güzel Peyzaj Uygulaması da eklenebilir. Böylelikle işletmelerin mekanlarında daha fazla yeşile yer ayırmaları özendirilir. Böyle bir yarışma ayrıca Sakarya’daki süs bitkileri üreticileri için de prestij niteliği taşır.
***
Adapazarı Belediyesi’nin güzel bir uygulaması var. Vatandaşlar projelerini kolaylıkla belediye yetkililerine ulaştırabiliyor. Belediyenin resmi internet sitesinde bulunan ‘Bir Projem Var’ bölümüne giren herkes burada projesini anlatarak, belediyenin ilgili birimine projelerini aktarıyor.
Biz bu yolu pas geçerek projemizi anlatmaya çalıştık. Umarım değerlendirmeye alınır.
Vatandaşlar da projelerini belediyeye iletmeye devam etsinler. Güzel projeler çıkacaktır.
Belediyenin, ‘tuvaletin tavanına gökyüzü resmi kondurmak’ projesi bu yolla mı ortaya çıktı bilinmez ama daha güzel proje fikirleri ortaya konulacaktır. 
(23.08.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi)

7 Kasım 2015 Cumartesi

ALİ’DEN İNCİLER!

Haberi okuyunca çalışır vaziyetteki bir İnci Beton mikserinin içerisine kendimi atasım geldi!
Çiçeği burnunda ama hükümetsiz kalan milletvekili Ali İnci ‘Adapazarı’ isminden rahatsız olduğunu alenen göstermiş.
Bizim gazetenin haberi aynen şöyle; “Sakarya Milletvekili Ali İnci, karayollarında bazı yön tabelalarında hala ‘Adapazarı’ isminin kullanıldığını belirterek düzeltilmesi için girişimlerde bulundu.”
Daha önce il yöneticilerinin ‘Adapazarı’ isminden rahatsız olduklarını ve Adapazarı markasını yok ederek Sakarya imgesini ön plana çıkarmaya çalıştıklarını iddia etmiştim.

Hantek’li milletvekilinin bu adımı iddiamın gerekçeli vaziyeti.
Sayın vekil şunları ifade etmiş; “Şehir içi ve şehirlerarası yollarda İstanbul, Eskişehir, Kocaeli, Düzce, Akçakoca yolu üzeri ve TEM Otoyolu tabelalarında kilometre gösterirken Adapazarı yazması sıkıntılara neden oluyor. Şehrimizin adı Sakarya olmasına rağmen hala Adapazarı yazılmasından rahatsız olduk. Bununla ilgili gerekli düzenlemelerin yapılması için Karayolları Genel Müdürlüğü’ne yazı yazdık. İnşallah kısa sürede tabelalar düzeltilecektir.”
***
Sakarya Milletvekili İnci’nin Adapazarı’ndan rahatsız olduğunun açık ve net ispatıdır bu demeç. Ne diyor milletin vekili; Şehrimizin adı Sakarya diyor…
Hayır değil, Sakarya bir şehir değil Sakarya ilin adı.
İlin merkez şehri Adapazarı. Ama İnci gibi Adapazarı ismine alerjisi olan yöneticiler sayesinde durum içinden çıkılmaz bir hale geldi. Adapazarı’nın marka değeri düştü.
***
Aynı haberde fotoğraflar da kullanılmış. Fotoğrafların bir tanesinde yön tabelası görülüyor. Yön tabelasında sıralama şu şekilde; Alifuatpaşa, Sakarya, İstanbul…
Al buyur buradan yak!
Eğer tabela okumasını biliyorsam ne diyor şimdi bu tabela. Önce Alifuatpaşa’ya gideceksin, oradan dümdüz devam et Sakarya, sonra İstanbul…
Adapazarı nerde?
Adapazarı yok!
Peki Sakarya Alifuatpaşa’dan önce mi sonra mı? Alifuatpaşa mı Sakarya’ya bağlı Sakarya mı Alifuatpaşa’nın içerisinde.
Ne saçma işler yaptığınızın farkında mısınız?
***
Ne diyor Sayın İnci! Diyor ki, şehir içi yollarda Adapazarı yazması sıkıntı oluyor diyor. Kime sıkıntı oluyormuş acaba yol tabelasında hem de şehir içi yol tabelasında Adapazarı yazması. Sayın vekil bunu açıklasın da herkes öğrensin!
Adapazarı bir şehirdir, yüzyıllık tarihe sahip bir yerleşim alanıdır. Bir şehrin yol tabelasında isminin bulunması nasıl bir sıkıntı yaratıyor olabilir; kime bir sıkıntı yaratıyor olabilir.
İl tabelası sadece il dışına konulabilir. Onun dışında Adapazarı’na yolculuk etmek isteyen insanların yönlendirilmesi için Adapazarı tabelalarının bulunması gerekiyor.
Ancak bulunmuyor. Varsa yoksa Sakarya. İşte tam da bu zihniyetteki yöneticiler yüzünden Adapazarı ismi yok olmak üzere.
***
Anlamakta zorluk çektiğimiz bir diğer husus ise Sakarya ismine neden bu kadar aşık olunduğu. Anlamak güç!
Türk Belediyeler Birliği başkanlığı yapmış İnci neden tamamı Türkçe olan Adapazarı adından rahatsız olur da kökeni eski Yunancaya dayanan Sangarius’lu Sakarya’ya hayrandır.
Bunu anlamakta güçlük çekiyorum mesela…
***
Son olarak Sayın İnci’ye bir önerim var. Adapazarı adını silmek için sadece Karayollarına başvurmanız yeterli değil. Örneğin Kültür Bakanlığına da başvurun. Adapazarılı yazar Sait Faik Abasıyanık bundan sonra Sakaryalı yazar olarak anılsın. Hatta kitapları düzeltilsin, Abasıyanık’ın Adapazarı öyküleri Sakarya olarak değiştirilsin.
Ne de olsa şehrimizin adı Sakarya!!!
(21.08.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...