3 Ağustos 2017 Perşembe

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı öngören yeni stratejileri doğrultusunda, FloraHolland yaklaşık 3 yıl önce Türkiye’yi hedef ülke olarak belirledi. FloraHolland, yeni pazarlar fırsatlarını değerlendirmek ve küresel çiçekçilik sektöründe daha fazla pay elde etmek için üyelerinin de talepleri doğrultusunda yeni bir strateji ortaya koydu. Türkiye ise coğrafi konumundan ve pazar potansiyelinden dolayı pilot ülke olarak seçildi. FloraHolland, Türkiye’yi yatırım yapılacak hedef ülke olarak belirledi. Halen Türkiye ve Hollanda arasında çiçek ticaretini geliştirmek amacıyla FloraHolland çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca, FloraHolland kooperatif üyelerinin yararı için şirketin Türkiye’deki kamu ve özel sektör paydaşlarıyla sürdürülebilir bir işbirliği yapabilmesi için gerekli farkındalık ve itibarının kurulması için çalışmaktadır.
Royal FloraHolland Türkiye İş Geliştirme Direktörü Monique Heemskerk, FloraHolland’ın Türkiye’deki çalışmalarıyla ilgili bilgiler verdi, hedeflerini anlattı. Monique Heemskerk, sorularımızı yanıtladı.

Yaklaşık 3 yıldır Türkiye pazarı üzerinde çalışıyorsunuz. Bu çalışmaların sonucunda nasıl bir tabloyla karşılaştınız?
Üç yıllık analiz sonucunda ve network oluşturma çabası sonucunda gördük ki, Türkiye’de standart geleneksel üretim metotları var. Türkiye’de 5-10 tane profesyonel ve büyük üretici haricinde geleneksel bir üretim mevcut.
Türkiye’nin iklimi birçok çeşit çiçeği yetiştirmek için uygun. Türkiye’deki tarım sektörünün teknik bilgiye, tecrübeye, inovasyona ve dijitalleşmeye ihtiyacı olduğunu görüyorum.
Büyük resme baktığımız zaman ise Türkiye’deki üreticilerin artan bir kısmı yurt dışındaki firmalarla partnerlik yapma yönünde çaba gösteriyorlar. Büyük resme bakınca bir durum daha görüyorum; bu bir bakıma Kenya’daki üretim bölgelerinde görülen gelişmeye benzer. Oradaki firmalar da böyle partnerlikler yaptılar.
Öte yandan Türkiye’de yeni üretim bölgeleri de artıyor. Bununla birlikte bölge ülkelerinde de, Mısır, Kazakistan, İran’da, yeni üretim sahaları açılıyor. Türkiye bu ülkeler içerisinde elbette ki, en stabil ülke olarak göz çarpıyor. Yine de Avrupa’ya ve Avrupa’daki insanlara bunu anlatmak biraz zor. Onlar, gerçekten Türkiye’de ne olup bittiğini anlamakta zorlanıyorlar.
Büyük resme baktığınızda ne görüyorsunuz?
Türkiye’de çok büyük fırsatlar var, büyük resme baktığımızda bunu görüyoruz. Ama bir şey daha görüyoruz; çözmemiz gereken sorunlar da var. Artıları ve eksileri tartıya koyduğumuzda artıların Türkiye’de daha yüksekte olduğunu görüyoruz. İklim üretime uygun… Afrika’da da iklim üretime uygundur fakat Türkiye’nin ekonomisi Afrika’nın üzerinde. Türkiye’nin güçlü bir ekonomisi ve çiçekçiliğe yönelik ciddi bir market var. Ayrıca Türkiye’nin jeopolitik konumu çok önemli…
Avrupalı bakış açısından bakarsak Türkiye her anlamda bir köprü; hem dini açıdan, hem kültür açısından doğu ile batı arasında bir köprüdür hem de coğrafi olarak fiziksel bir köprü konumundadır.
Çevre ülkeler baktığımızda orada da çiçek tüketim pazarı gelişiyor. Ve Türkiye’nin bu coğrafi konumu iyice belirginleşiyor. Çevre ülkelerdeki talebin artması Türkiye’nin değerini daha çok artırıyor.
KNOW-HOW DESTEĞİ
Royal FloraHolland’ın Türkiye konusundaki nihai hedefi nedir? Şu anda hangi aşamadasınız?
Bizim Türkiye ile ilgili iki tane ana amacımız var. Öncelikle Hollandalı bir şirket olarak, Türkiye bağlamında platformumuzu geliştirmek büyütmek istiyoruz.
Dört sene önce şirketimizin CEO’su değişti ve 2020 yılı için kooperatifimizin önüne yeni stratejik hedefler koydu. Bu hedeflerden bir tanesi de globalleşmek. Türkiye ise bu globalleşme hedefimizin merkezinde bulunan ülke. Royal FloraHolland platformunu daha çok uluslararası firmaya açmayı amaçlıyoruz.
Türkiye’de ise en iyi uygulama örnekleri oluşturmak istiyoruz. Hedefimiz, kooperatifimizi uluslararasılaştırmak. Türkiye’de yaptığımız işlerle de 2020 hedeflerine yönelik bir harita çıkartmak istiyoruz. Kısacası Türkiye’de yaptığımız işler, bundan sonra başka ülkelere gittiğimizde bizim için yol haritası konumunda olacaktır.
Söylediğim gibi, 2020 stratejisinde 2 ana hedefimiz var; Biri verimli pazar yeri oluşturmak, diğer ise dünyayı çiçeklendirmek. Türkiye’de yaptığımız projelerle bu hedeflerimizi gerçekleştirmek istiyoruz. Bu çerçevede de Türkiye’de en iyi uygulama örneklerini çıkartmak istiyoruz. Türkiye, kooperatifimiz için globalleştirme hedefinde bir öğrenme ve pilot bölgedir.
Türkiye’de neler yapıyorsunuz?
Türkiye’deki üreticilere sertifikasyon desteği veriyoruz. Ayrıca ürünlerini bizim dijital sistemimiz üzerinden satışını yapabiliyorlar. Firmaların sistemlerini bizim dijital sistemimize entegre etmeleri hususunda destek sağlıyoruz. Know-how desteği sağlıyoruz. Yerel üreticiyi uluslararası standartlara getirmeye çabalıyoruz.
Hollanda firmaları ile Türk firmalarının bir araya gelmesini için yardımcı oluyoruz.
Bu çalışmaların hükümetler arası karşılığı var mı?
Hükümet nezdinde girişimlerimiz var. Hükümetler arasında da konuştuğumuz insanlar var. Üretici birlikleriyle de temas halindeyiz. Türkiye’de sektördeki herkesle dirsek teması halindeyiz.
Türkiye’deki amaçlarımızdan bir tanesi de üretimi desteklemek. Ayrıca, Türkiye’de çiçekler üzerinde yüzde 50’ye yakın bir gümrük vergisi var. Bu gümrük vergisi üretimi baskılayan, üretimdeki profesyonelleşmeyi olumsuz etkileyen bir durum. Yüksek vergi üreticiyi korumak amacıyla yapılıyor fakat aslında sektörün verimli olması engelleniyor. Bu aslında ticarete engel olan şey. Bu verginin düşürülmesine yönelik çalışmalarım bulunuyor.
Doğrudan pazara yönelik çalışmalarınız var mı?
Evet. Yerel pazarın geliştirilmesini hedefliyoruz. Üretimi destekliyoruz, üretimi geliştiriyoruz ama bir yandan da bunun tüketimini de geliştirmemiz gerekiyor. Bu yüzden Türkiye’de yerel pazarın geliştirilmesine yönelik pilot projeler üzerinde çalışıyoruz.
Bu projeler nelerdir?
Süpermarketlerdeki kategori yönetimleriyle iletişim halindeyiz. Çiçeklerin süpermarketlerde satılan bir meta haline gelebilmesi için onlarla projeler üretiyoruz.
Onun yanında son tüketiciye çiçek satan çiçekçilere eğitimler veriyoruz. Çiçeklerin bakımı nasıl daha iyi yapılabilir ya da çiçekçi dükkanında çiçekler nasıl daha güzel bir şekilde konumlandırılabilir gibi Hollanda’da yapılmış çalışmaları burada uyguluyoruz.
(PLANT Dergisi / Sayı:23) 

19 Mayıs 2017 Cuma

ANKA’NIN SESSİZ HAYKIRIŞI

Gecenin aykırı yalnızlığı içinde son semah dönüşünü tamamlarken Anka kuşu, aniden kurşunsu bedeninden alev aldı.

Alevlerin cehennem döngüsüne kapılan orta yaşlı, favorilerinden saçları aklaşmaya başlayan adam cennet uykusundan uyandı.

Bir kıpırtı içerisinde, bir pırıltı gözlerinde…
Derinden hissedilen acımsı bir tat ile…

Sesleri heceye bağlamak umuduyla aralandı dudakları…
Ancak sadece şaşkınlık iniltileri duyulabildi.

Kristal kanatlı Anka kuşunun sonsuzluk alevi parıldıyordu.

Bir siyam kedisi, tırnaksız siyah patisiyle yanaştı önce alev almış kanatlara.

İştahla, ateş almış bir tüy demetini çenesine sıkıştırıp uzaklaştı.

Bir balinanın sırtına süzüldü ve Anka kuşundan derin izler ağzında, okyanusun mavisinde kayboldu.

Saçları beyazımsı ve uzadıkça kıvırcıklaşan adam, Anka kuşunun yakarışını umutlu gözlerle seyretti.

Derinden bir sızı hissetti siyam kedisinin çalıp gittiklerine.

Sonsuzluğa bir uyanış başlıyordu Anka’nın sevgisiz çığlığında.

Bir işkence acısının sesiyle haykıran Anka, yalnızlığın ateş dansına ritim tutuyordu.

Tüm acılar içinde
Tüm sevgisizliklerin sonunda
Yeniden doğmak kaderiydi Anka’nın!

Çünkü yalnız ve mutsuz olmak için doğamazdı bir Anka.

Mutsuz olduğu zaman kendini yakar, yeni güne ateş çığlıklarıyla başlardı. 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 17.05.2017)

10 Mart 2017 Cuma

TEK BİR HAÇ HEPİMİZİ MUTLU EDER Mİ?

Bu yazı için iki alternatif başlık düşündüm: ‘Barut Fıçısı – Makedonya’ veya ‘Tek bir haç hepimizi mutlu eder mi?’
Uluslararası haberlerde fark etmişsinizdir, Makedonya’da bir şeyler oluyor! Ama tam olarak ne olduğu konusunda net bilgiler yok.
Ben de bu yazıyı yazmadan önce başlık alternatiflerini düşünürken, önce bu yaz gerçekleştirdiğim Makedonya seyahatimin notlarına göz atmak istedim. Not defterime böyle bir cümle karalamışım: Tek bir haç hepimizi mutlu eder mi? Üsküp’ün tepesine yerleştirilmiş devasa Milenyum Hacından bahsetmişim. Yahya Kemal’in memleketi, binlerce Müslüman’ın Makedon Hıristiyanlarla birlikte yaşadıkları, yüzyıllarca Osmanlıya ev sahipliği yapmış şehrin hemen her noktasından gece gündüz görünen devasa hacın, şehrin hemen her sakinini mutlu ettiğini söylemek zor. Her yıl sayısız turist çeken Üsküp’ün tepesinde yükselen haç, şahsen bir turist olarak beni hiç mi hiç mutlu etmedi! Çok kültürlü bir yapıya sahip olan Üsküp’e değer katmasından ziyade ayrımcılığı ve farklılıkları derinleştirmiş. Bunun en açık belirtisini Üsküp çevresinde bulunan Arnavut ve Türk köylerindeki cami yapılarında görebiliyorsunuz. Bölgede yaşayan Müslüman ahali, Üsküp’teki dev Milenyum Hacına tepki olarak, inşa ettikleri camilerde nerdeyse gökyüzüne kadar uzanan minareler yaptırmışlar. Bu da etkiye tepkinin aşikar bir göstergesi olmuş! Makedonya’nın başkenti Üsküp sadece Makedonların değil, aynı zamanda Arnavutlar, Romanlar, Boşnaklar ve Türklerin yaşadığı tarihi bir şehir. Birçok etnik gruba yüzyıllarca kucak açmış olmasına rağmen, şehir merkezinde Osmanlı köprüsü, Türk camisi ve çarşısı bulunmasına rağmen tepesinde bunların hepsinin üzerinde, gölgesi altında hissiyatıyla tek bir haç olması egemenlik vurgusu yaratıyor! Sonuçta da Üsküp'teki çok farklılık örneğin bir Kırcaali’deki gibi, bazı Avrupa şehirlerindeki gibi özenilen, üzerine titrenen bir durum gibi değil, daha çok ürkülen, görmezden gelinen bir durum gibi. Böyle bir durumun da huzur getirmediği; inkar politikalarının çözüm olmadığı, baskıcı yapıların aslında hiçbir şeyi baskılayamadığı tarih ana tarafından insanoğluna tekrar tekrar öğretildi. Tek bir hacın herkesi mutlu etmesi imkansız! 
Üsküp kalesinden Milenyum Hacının görünümü.
***
Makedonya'da dolaşırken etniksel veya dinsel ayrımcılık havasını hissetmek mümkün. Gergin bir atmosfer kurşun gibi havada asılı duruyor sanki. Kibriti çaksan patlayacakmış gibi. Balkanlar için yüzyıllardır dile gelen 'Barut Fıçısı' tanımının hakkını verir gibi. İşte bugünlerde bu Barut Fıçısını yeniden fitillemek isteyenler var.
TV'lerde protesto görüntülerini görünce; çok fazla Makedon bayrağı, VMRO bayrakları, vatan elden gidiyor, memleketi teslim etmeyiz sloganlarını görünce. Yani aşırı milli duygularla oynandığını fark ettim. Şahsi tecrübeyle sabittir ki, bir yerde halkın milli duyguları kabartılmaya çalışılıyorsa orada muhtemelen başka bir şey gizleniyordur!
***
Protestoların sebebi, yakında yapılan seçim sonrasında derinleşen siyasi kriz. Aralarında ciddi manada Türklerin ve Arnavutların da destek verdiği 'Makedonya Sosyal Demokratlar Birliği' doğal olarak hükümeti kurması gerekirken, Cumhurbaşkanı bunu engelliyor. Gerekçe; Sosyal Demokratlar Birliği Başkanı Zaev'in Arnavut siyasi parti platformlarıyla görüşmesi, destek alması. Cumhurbaşkanı İvanov bunu 'vatan hainliği' olarak lansman ederek halkı da 'bu memleketi yedirmeyiz' diye galeyana getiriyor. Zaten önceden tepelere dikilmiş hacın da gücüyle sokaklara inen halk Makedonya bizimdir naraları atıyor!
***
Dedim ya, nerede milliyetçilik sesleri fazla yükselir ben bir işkillenirim. Nedir bu işin aslı diye Makedon bir arkadaşımla uzunca yazıştık. Meğerse hiç de vaziyet memleket elden gidiyor durumu değilmiş. Uzun yıllardır iktidarda bulunan milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanı İvanov’un koltuğu kaybetme korkusuymuş. Makedon arkadaşım Boris, bir cümle kurdu çok şaşırdım; gücü kaybetmemek için iç savaş bile çıkartabilir. Çok fazla yolsuzlukları var yargılanmaktan, hapis yatmaktan korkuyor.
Kendi korkularından kaçabilmek için halkı kalkan yapmak alışılmış bir siyasi tavır herhalde!
***
Peki yeni hükümet kurulacak mı? Er ya da geç kurulacak. Farklılıkları kurcalayan, çoğulcu demokrasinin sesi yükselecek umarız dünyada bir ülkede daha.
(Yazının alternatif başlık ve içerikli hali; 
Bizim Sakarya Gazetesi / 5 Mart 2017) 

23 Şubat 2017 Perşembe

BAŞKANIN DOST’LARI!

Bendeniz anadan babadan değil, doğrudan kendimden balkan kökenliyim. Bulgaristan Kırcaali doğumlu, doğrudan pasaportuna sahibim. Yani göçmenliğim su götürmez!
Bendeniz alaylı falan değil, doğrudan okullu gazeteciyim. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası camiada gazeteciliğin resmi belgesi dediği Sarı Basın Kartı sahibiyim. Yani gazeteciliğim de kolay kolay tartışılamaz!
Bu iki özelliği yan yana getirdiğim zaman, sanırım Göçmen Gazeteci oluyorum.
Bunları niye yazıyorum?
Geçtiğimiz cumartesi günü Balkan Rumeli Türkleri Konfederasyonu aylık toplantısını Sakarya’da düzenlemiş ve toplantı sonrasında da basınla bilgilendirme görüşmesi gerçekleştirmiş.
Biz ise göçmen gazeteci olarak tüm bu gelişmeleri gazete sayfalarından öğreniyoruz. Çünkü ne gazeteci olarak ne de göçmen olarak bizi cumartesi günkü basın toplantısına davet eden olmadı! Tabana yayılmak amacıyla Türkiye’yi dolaşarak her ay başka bir ilde toplantı düzenleyen Balkan Rumeli Türkleri Konfederasyonu bir göçmen gazeteciyi basın toplantısına davet etmeyi pas geçiyorsa o Türkiye turu çok da sağlıklı sonuç vermez herhalde.
***
Toplantıda neler konuşulduğunu öğrenmek için basın toplantısına iştirak etmiş olan gazeteci bir arkadaşımla telefon görüşmesi gerçekleştirdim. Basın toplantısını bana tek bir cümleyle özetledi; Türkün Türk’ten başka DOSTU yoktur! Konuya önceden hakim olduğum için bu cümlenin içeriğini bir çırpıda kavrayabiliyorum.
İşin özü şu: Bulgaristan’da 26 Mart’ta yapılacak olan erken seçimlere ilk kez DOST partisi de katılıyor. DOST partisinin kuruluşu ve Bulgaristan siyaset arenasına çıkış hikayesi oldukça ilginç. Bulgaristan Türklerinin yegane partisi olan HÖH (Hak ve Özgürlükler Partisi)’nin alternatifi olarak HÖH’ten koparak kurulan DOST Partisi ilk siyasi sınavını önümüzdeki seçimlerde verecek. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin açık desteğiyle seçime girecek olan DOST, bir taraftan Türkleri mobilize etmenin gayretini sürdürürken isteyerek veya istemeyerek Bulgaristan’daki Türk seçmenlerini bölüyor. Siyaset olarak işin doğasında bu var; çünkü DOST’un başarılı olabilmesi için yıllarca Türklerden oy alan HÖH’ün seçmenini çalması gerekiyor! Bu durum da Bulgaristan’da Türk oylarının bölünmesine neden olacak. Ve haliyle öyle ya da böyle yıllardır süre gelen Türklerin Bulgaristan’daki siyasi mücadelesini zayıflatacaktır. Bunun sinyalleri gelmeye başladı! Bulgaristan’da Türklerin ve Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde düzenlenen etkinliklerde HÖH ayrı telden çalıyor, DOST ayrı telden çalıyor… Birlik ve beraberlik içerisinde güçlü olması gereken Türk varlığı fiilen ikiye bölünmüş durumda. Bu vaziyet, bu gidişat hiç hayırlı değil.
***
Yaklaşan seçimler öncesinde DOST Partisi’nin en büyük umudu Türkiye’de yaşayan Bulgaristan’da oy kullanma hakkı olan Türk seçmenler. Bunların sayısı 300 bin civarında. Az önce de söylediğim gibi Türkiye hükümeti ile dirsek temasında bulunan DOST, bu oyları alabilmek için AKP hükümetiyle birlikte çalışıyor! Her türlü imkanlar kullanılarak göçmenlerin oylarının DOST Partisi’ne kanalize olması için çalışılıyor.
Daha önce de Erdoğan’ın desteğiyle Bulgaristan seçimlerinde Türkiye’deki oylar şekillendirilmeye çalışıldı. Bizlerden, Türkiye’de yaşayan seçmenlerden Mehmet Dikme’nin partisinin desteklenmesi işaret edildi… Başka bir seçimde ise Kasım Dal’ın partisinin desteklenmesi arzu edildi… Şimdi ise DOST partisinin desteklenmesi isteniyor veya işaret ediliyor.
Daha önceki stratejiler tutmadı! Bu seçimlerde tutacak mı tutmayacak mı göreceğiz.
Ama şunu söylemek istiyorum ki, her seçimde farklı bir parti işaret eden Türk hükümeti yurt dışı Türkler politikasında istikrar vermiyor. Görüne manzara öyle ki, Erdoğan’ın Bulgaristan’daki dostları değiştikçe desteklenen parti de değişiyor. Ve nedendir bilinmez yıllardır siyasi varlığını sürdüren HÖH’ün karşısına hep bir alternatif Türk partisi çıkartılıyor.
Görünen o ki, şimdilerde de Başkanın yeni dostu DOST.
(Bizim Sakarya Gazetesi / 22.08.2017)

9 Şubat 2017 Perşembe

DUMANSIZ SAKARYA!

Sağlık ocağı duvarındaki yazı yazıldığı günden beri dikkat çekici.
DUMANSIZ SAKARYA
Bir süre önce Türkiye genelinde sigaraya karşı başlatılan amansız mücadelenin sloganı adeta. İddialı bir mücadele sözü! Yüzde yüz dumansız bir Sakarya öngörülmüş; bunun için çalışmalar yapılmış. İlgililer tarafından açıklanan rakamlara bakılırsa, bu hedefte başarılı çalışmalar yapıldığı da görülüyor.
Yenikent Devlet Hastanesi bünyesinde faaliyet gösteren Sigarayı Bırakma Polikliniklerine 2 yıl içerisinde 7 bin 300 sigara kullanıcısı başvuruda bulunmuş. Bunların kaçında sigarayı söndürme faaliyetinin başarılı olduğunu bilmiyoruz ama çalışmaların olumlu ilerlediği aşikar. Sigaranın pahalılığı, zararlarına yönelik bilinçlendirici yayınlar, yasaklar ve yeni yasaklarla birlikte sigara zararlısı ülke gündeminden yavaş yavaş yok olacak gibi görünüyor. Kapalı alanlarda sigara yasağı uzun zamandır malumumuz. Şimdilerde açık alanlarda da sigara tüketimine sınırlama geliyor. Yeni düzenlemeyle birlikte açılır kapanır sistemlerle kapalı alanlarda sigara içilmesinin yanı sıra sigara içilebilen alanların binadan 5 metre uzak olması zorunluluğu getirildi. İçicilerin sigara keyfi gittikçe zulme dönüşüyor. İnsanların sigara dumanından uzaklaştırılması, sigaranın zararlarından bertaraf edilmesi ve ayrıca pasif içicilerin duman istilasına maruz kalmamaları adına bu çalışmalar güzel şeyler.
***
Dumansız Sakarya sloganı elbette harika bir hedef. Ancak buradaki ‘dumansız’ vurgusu sadece sigara dumanıyla sınırlı kalmamalı. Zira dün akşamüzeri Erenler’de bulunan bahsi konu sağlık ocağının önünden geçerken ‘Dumansız Sakarya’ yazısını görmekte zorlandım. Nedeni de kesinlikle sigara dumanı değildi. Sağlık birimleri, belediyeler, kamu kuruluşları vatandaşları sigaradan uzaklaştırmaya çalışırken bir o kadar çabayı da temiz hava sahası için de göstermeliler. Şehir merkezi özellikle akşamüstleri egzoz – soba dumanından resmen nefes alınamaz hale geliyor. Kirli havadan insanın nefesi tıkanıyor, gözleri yanıyor… Hele ki şehir merkezinden birazcık uzaklaşıldığında keskin bir kömür kokusu etrafı sarıyor. Hava kirliliğinden oluşan incecik bir duman sis gibi şehrin üstüne çöküyor. Abartısız kelimelerle söylüyorum; öyle bir hava kirliliği oluşuyor ki, görüş mesafesi düşüyor uzaktaki arabaların farları bile zorla seçiliyor.
***
Öte yandan şehrin sanayi gerçeğini de unutmamak gerekiyor. Şehirdeki hava kirliliği sadece otomobil egzozu ve sobalardan kaynaklanmıyordur. Sanayi kuruluşlarının emisyonları da muhtemelen insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler bırakıyor. Bu konuda ciddi bilgilendirmelerden eksik tutuluyoruz. Hava kalitemiz yüksek mi, düşük mü bunu bilmek istiyoruz. Konuyla ilgili karşılaştığım bir akademik araştırma Sakarya için durumun çok da iyi olmadığını gösteriyor.
***
Sakarya Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği tarafından hazırlanan ‘Adapazarı İlçesindeki Endüstriyel Kaynaklı Emisyonların Envanterlenmesi’ konulu bitirme tezi vurucu bir giriş paragrafıyla başlıyor; “İnsanlar seçme şansı olmadan çevrelerindeki havayı solurlar. Solunan hava kirli olduğu zaman insan sağlığı üzerinde geri dönüşlü yada dönüşsüz olabilecek bir çok olumsuz etkiye neden olmaktadır.”
Çalışmayla, Sakarya’da faaliyette bulunan sanayi tesislerinden kaynaklanan hava kirleticilerinin envanterlenmesi yapılmış. Çalışmanın sonuç kısmında ise Sakarya için hava kirliliği kabul ediliyor. Şöyle deniliyor; “Adapazarı’nda hava kirliliği yerel ama aynı zamanda sınır ötesi bir sorundur. Bir sanayi bölgesinde açığa çıkan hava kirleticileri atmosferde taşınarak bir başka bölgedeki insan sağlığına ve çevreye zarar verebilmektedir. (…) Bu iki sektörün (kauçuk-plastik ve gıda) hava kirliliğinde büyük oranda artışa sebep olmalarının temel nedeni, gerek proses dışı (ısınma, jeneratör vb.) gerekse proses içi (üretim kazanları, fırınlar, kazanlar vb.) kullanılacak enerjiyi sağlamak için tesislerin ısıl gücü yüksek yakma üniteleri kullanmalarıdır. Ayrıca bazı küçük tesislerde de ısıl değeri düşük kalitesiz yakıtların kullanımı hem yakıt tüketimini arttırmakta, hem de atmosfere salınan emisyon miktarlarında lokal artış gözlemlenmektedir.
Bu sebeple bu olumsuz etkilere neden olan emisyonların salınımlarının azaltılması, önlenebilmesi ve gerekli tedbirlerin alınabilmesi için Sakarya ilinde bulunan sanayi kuruluşlarından kaynaklanan global ve lokal emisyonlarının envanterlenme çalışması yapılmalı ve gerek teknik, gerekse teknik olmayan (idari) çalışmalar yetkililer tarafından yürütülmelidir.”
***
Evet, Dumansız Sakarya. Ama yetmez; havası tamamen Temiz Sakarya…
(Bizim Sakarya Gazetesi / 8 Şubat 2017)

6 Şubat 2017 Pazartesi

YENİ CAMİ KAVŞAĞI TUTMADI!

Kendi uzmanlık alanım dışında ahkam kesecek değilim!
Ne belediyecilik ne de trafik bildiğim, üzerinde belli bir bilgi birikimim olan konular değil. Ama şunu da yazmaz-söylemezsem orta yerimden çatlarım! Yeni düzenleme olarak yapılan Yeni Cami Kavşağı olmadı, tutmadı bee!!!
Kavşaktaki son düzenlemenin üzerinden yaklaşık 2 yıl geçti. Bu zaman zarfı içerisinde günde en az bir kez Yeni Cami Kavşağını kullanan bir kişi olarak söylemezsem sorumlu vatandaşlık görevini yerine getirmemiş olurum. Olmadı, o aşı tutmadı!
O kavşakta bir şeyler düzgün gitmiyor! Hem araçlar hem de yayalar için konforlu değil; trafik ışıkları var ama yok hükmünde, araçlar geniş yoldan çıkıp dar yola girmeye çalışıyor, U dönüşleri rahat değil, yollar birbirlerine düz bir çizgiyle bağlı değil.
Bana göre, üzerinde ciddi bir rapor yazılabilecek bir kavşak örneği…
***

Dürüst olmak gerekirse yaya olarak ne zaman kavşağı kullansam kural ihlali yapıyorum! MOBESE görüntüleri de bunu doğrulayacaktır. (Şimdi durduk yere ‘kırmızı ışık’ cezası yemeyelim ama olan bu!)
Yeni Cami Kavşağında bir yayanın kırmızı ışık ihlali yapmaması için zaten ya süper kurallara uyan bir adam ya da Norveçli falan olması lazım!
Bilinen bir gerçeği uzun uzun anlatmanın manası yok; yolu bu kavşaktan geçen herkesin başına gelmiştir. Yayaya kırmızı ışık yanıyor ama araçlar da duruyor! Tuhaf bir durum… Yayaya yeşil ışık yanıyor, geçiyorsunuz ama o ışık süresi sizi sadece orta kaldırıma kadar götürüyor. Sonra tekrar kırmızı ışık. Ve siz yaya olarak bir kere daha yeşil ışığı bekliyorsunuz. İşte bu noktada da kırmızı ışık ihlalleri başlıyor. Trafik kurallarını açıkça ihlal ediyorsunuz; çünkü kavşaktaki sistem sizi buna zorluyor. Siz yaya olarak asli görevinizi yerine getirip kırmızı ışıkta duruyorsunuz ama gelen giden araç yok. Onlar sizin ters istikametinizde ilerliyor. O zaman niye size kırmızı ışık yanıyor anlamak mümkün değilken karşıya geçiyorsunuz. Olan bu!
Trafik ışıkları konusunda araçların da büyük sıkıntısı bulunuyor. Kavşakta araçlar oldukça uzun süre yeşil ışık bekliyor ve uzun kuyruklar oluşuyor.
***
Bir de kar ve yağmur sorunu var.
Bu 2 yıldan daha önce, yeni yapılan bir çalışmanın ürünü. Son yağmurlu havalar başlamadan önce kavşağın orta refüjü kazılarak yeni taşlar döşendi.
Vatandaşlar olarak belediye çalışıyor, dedik. Lakin iş bittikten sonra bir baktık ki, orta refüjde yayaların ayak basarak bekleme yaptıkları yerde bir çukurluk var; içeriye doğru bir girinti var. Kaldırım kısmı göz olarak da kot olarak da yoldan aşağıda kaldı. Bazı kimseler eee bu böyle nasıl olacak? Yağmur olunca su buraya birikmeyecek mi? Dediler. Ve de tam öyle oldu. Yolun tam ortasında Yeni Cami Göledi oluştu. Sanırım sonra küçük bir çalışma yaparak bu hatayı düzeltmeye, o alanın kodunu yola yakınlaştırmaya çalıştılar. Demek ki, deneme yanılma yöntemiyle yapmak gerekiyorsa bazı şeyleri!!!
***
Son olarak şunu da belirtmeden geçmeyelim. Hep yayaların durumundan bahsettik ama aslında araçlar da Kavşakta oldukça sıkıntı yaşıyor. Bir bulvardan diğer bir bulvara motorlu araçla geçiş yapmak oldukça güz. Örnek ise Palmiye Caddesi istikametinden gelen bir otomobil karşıdaki İzmit Caddesi’ne ışıklarda bekledikten sonra düz bir çizgiyle geçemiyor. En kötüsü de geniş bir yoldan dar bir yola giriş yapıyor. Bundan sebep burada zaten bir sıkışma oluşuyor. Ayriyeten Atatürk Bulvarı istikametinden gelen araçların da Adnan Menderes Caddesine geçiş yapmasıyla birlikte trafikte bir sıkışıklık oluşuyor. Benzer durum Erenler-Adapazarı istikametinde de mevcut.
Yeni Cami Kavşağının döner kavşaklı vaziyeti aranır oldu.
(Bizim Sakarya Gazetesi / 5 Şubat 2017) 

4 Şubat 2017 Cumartesi

ÇİZMEDİN Kİ KESESİN

Biraz tersten bir durum olacak ama Cem Yılmaz’ın harika gösterisinde sahnelediği bir hikayeyi hatırlayalım. Çocuk programında TV’de mukavvadan ev yapan kadını anlattığı hikayeyi gösteriyi izleyenler bilir. TV karşısındaki kadın sunucu stüdyoda hazırlanmış kağıt evi bir hışımla çocuklara gösterir. Ancak TV karşısında eblek eblek oturan yumurcaklar kadının hızına erişemezler. Çocukların kağıt evleri proje aşmasında dururken sunucu 10 dakikada süslenmiş ve tamamlanmış evini gösterir. Hikayeyi finale bağlayan Cem Yılmaz da “Çizmedin ki kesesin” diyerek durumu özetler. 
*** 
Genel manada Türk toplumunun programsızlığını özetleyen güzel bir cümledir bu. Kervan yolda düzülür diye bir adet de atasözümüz mevcut bu hususta. Duygusal insan gurubundan olaşan bir toplum olduğumuz için genelde önce hareket ediyor, daha sonra hareketimizin sonuçlarını düşünüyoruz. 
*** 
Bu lakırdıyı nereden çıkırdım? Son yapılan SATSO Meclis Toplantısında alınan bir karara göre SATSO Kent Park içerisinde sosyal tesis alanı kuracak. Buraya kadar her şey normal. Normal olmayan ise SATSO’nun bu proje kapsamında eski TZDK (Türkiye Zirai Donatım Kurum) kazan dairesini birebir aynısını inşa etmek istemesi. 
TZDK kazan dairesi şu anda Kent Park içerisinde bulunan kulenin hemen dibinde devası bir binaydı. Deprem sonrasında tinerci sokak çocuklarının mekanı olarak kullanılıyordu. Alman mimarisine sahip olan bina 3 deprem gördü, yıkılmadı. Ancak Aziz Duran’ın azizliğine uğradı. Bugün yeniden aslına uygun olarak inşa edilmek istenen bina eski Büyükşehir Belediye Başkanı döneminde bir Cuma günü sebebi hiçbir zaman net bir şekilde anlaşılmamakla birlikte yerle bir edildi. Resmi kaynaklar binanın hasarlı olduğunu belgelediler ancak buna o dönem hiç kimse inanmadı. 
*** 
Bugün yeniden gündeme gelen binanın yıkılmadan önce birçok talibi vardı. Kısa bir flashbeck yapmakta şehir duyarlılığı için fayda var. Binanın ilk taliplisi (yanlış bilmiyorsam) Sakarya’ya şehir müzesi kazandırmak isteyen Kenan Sakallıoğlu idi. Bir şehir müzesi kurulması için Sakallıoğlu’na söz veren Duran, burasının da müze kapsamında değerlendirilebileceğini söylemişti. Olmadı. 
Bu olaydan bir müddet sonra ise binaya Sakaryaspor talip oldu. Dönemin kulüp başkanı Bülent Yılmaz, maddi sıkıntılar çeken kulübe gelir sağlaması için binayı Aziz Duran’dan resmen istedi. Tunatan’da yapılan bir toplantıda binanın Sakaryaspor sosyal tesisi yapılması ve güzide restoran inşa edilmesi fikri görüşüldü. Daha sonra bir araya gelen Yılmaz ve Duran prensipte anlaştı. Bina restore edilecek ve kaliteli bir restoran çalıştırılarak Sakaryaspor’a maddi katkı sağlayacaktı. Olmadı. 
Bülent Yılmaz – Aziz Duran görüşmesinin akabinde ise harabe binayla ilgili dönemin SATSO Başkanı Erol Öztürk devreye girdi. Aziz Duran’ın kapısını çalan Öztürk, şiddetle ve büyük bir arzuyla binayı SATSO’nun kullanmasını istedi. Öztürk’ün de istediği binada güzel bir restoran yapmaktı. Öztürk elde edilecek gelirden Sakaryaspor’a da bir miktar pay ayrılacağı garantisi verdi. SATSO kazan dairesinden kaliteli bir restoran yapacaktı. Olmadı. 
*** 
Sonra ne oldu? Bina konusunda herkese mavi boncuk dağıtan Aziz Duran binanın hasarlı(!) olduğunu rapor ederek bir Cuma günü yıkım kararı aldı. Yıkımdan haberi dahi olmayan Kenan Sakallıoğlu, Bülent Yılmaz ve Erol Öztürk de şaşkınlıkla olayı izlediler. Aziz Duran bir kalemde sorunu çözmüştü. Ortada herkesin iştahını kabartan bir bina vardı. Bina ortadan kalkınca da sorun çözülmüş oldu. İşte belediyecilik böyle bir şey… Sorunu kökten çözebilme yeteneği. 
*** 
O dönemde hiç kimseye yar olmayan o harabe bina, şimdi SATSO’nun elinde kalacak gibi görünüyor. SATSO’da büyük bir ihtimalle eski projeyi gündeme getirecektir. Kaliteli bir restoranın Kent Park içerisinde hizmet etmesi bekleniyor. 
*** 
Şimdi soru şu; biz bu binayı yeniden yapacaktık da niye yıktık? Cem Yılmaz’ın dediği gibi, çizmedin ki kesesin.

(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

3 Şubat 2017 Cuma

CHP KURULTAYININ GÖR DEDİKLERİ

Meşhur ‘kaset’ piyasaya çıktıktan sonra Newsweek’ten Akın Özçer, Deniz Baykal sonrası sürece umutsuz bir bakışla ‘Yeni bir Baykal mı?’ diye sormuştu. Özçer, yazısını da çok önemli bir tespitle tamamlamıştı: “CHP’nin büyüyebilmesi için sadece genel başkanını değiştirmesi değil, politikalarını çağdaş evrensel değerlerin ışığında gözden geçirmesi, başka bir deyişle tepeden tırnağa demokratikleşmesi gerekiyor. (…) Ancak diğer siyasi partilerde olduğu gibi, parti içi demokrasiden yoksun bir CHP’nin bir hafta, on gün gibi kısa bir sürede böyle bir başkanı çıkarabilmesi hiç mümkün görünmüyor.” 
*** 
10 gün, 1 ay önce tahmin edilmeyen, ihtimal verilmeyen gelişmeler yaşanıyor ana muhalefet partisinde. Daha yerel seçimlerde liderlik vasfını ispatlamış olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğini ilan etmesine tanıklık etmek için Cumartesi günü Ankara’da Atatürk Spor Salonu’nda yerimizi aldık. Salon kapıları açılmasından çok önce binlerce kişi dışarıda birikmişti. İçeriye girmenin çok zor olacağı o anda anlaşılmıştı ama yaşlısı, kadını, çocuğu, kalp hastası hiç kimse yine de içeriye girmekten vazgeçmedi. TV’nin camına yansıyan Kılıçdaroğlu ve Önder Sav’ın ezilme tehlikesi geçirerek salona girmesi kurultaya katılan her birey için tek tek geçerli oldu. Hepimiz iki kez ezilme tehlikesi geçirdik. Bir salonun ana giriş kapısında bir de salona girişte oturmak için yer ararken. 
Ben böyle bir izdihamı hayatımda ikinci kez yaşıyorum. İlkini 1993 yılında İnönü Stadı’nda Metallica konserinde yaşadım. Çok büyük bir rahatlıkla söyleyebilirim ki, aynı izdiham ve hatta çok daha fazlası yaşandı Cumartesi günü Ankara’da. 
*** 
İçeriye girmeyi başaranlar bir daha dışarı çıkamadı. Saat 8:50’de zorlukla içeriye girmeyi başardım ve zar zor oturacak bir koltuk buldum kendime. Saat sabah 9’da artık salon tamamen doluydu. Ve kurultayın başlamasına daha saatler vardı. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına başlaması için koca bir 6 saat beklemek zorundaydık. Bütün bu bekleme süreci büyük bir heyecanla devam etti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun manifestosunu kürsüden seslendirmesine kadar geçen süreç uzun ve çok bunaltıcıydı, buna rağmen salon hiçbir dakika boşalmadı. Gün boyunca binlerce insan da salon dışında kurultayı takip etti. 
*** 
CHP’deki yeni rüzgar partinin bütün küskünlerini kucaklamıştı. Partinin tavanında su üstüne çıkan bütünleşme tabanda büyük bir heyecan yaratmış, bu kurultaya katılanların yüzlerinden okunuyordu. Salona girişte laflaştığımız Adana Ceyhanlı bir çiftçi dayı, eski parti yöneticisi olduğunu ama 10 yıldır parti binasına dahi uğramadığını anlatıyordu. Salonda yanımda oturan Orhangazili bir partili ise Deniz Baykal’a oldukça öfkeliydi. Anlattığına bakılırsa şu anda Orhangazi belediyesinde CHP bayrağının sallanmamasının tek suçlusu Baykal’dı. Çünkü kesin kazanabilecek ismi Baykal ihtiraslarından dolayı aday göstermemişti. CHP için bildik senaryolar. Baykallı CHP’de alışık olunan kavga konuları. 
İşte bu yüzden Deniz Baykal ve onun yönetimine bir kırgınlık vardı. Eski yöneticiler salona girişlerinde cılız alkışlarla karşılandı. Kemal Anadol konuşma yaparken salondakiler konuşmayı dinlemediler bile. Artık kimin ne söyleyeceğinin hiçbir önemi yoktu. Tek beklenen yeni lider Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne söyleyecekleriydi. Kılıçdaroğlu’nun söylemi üzerine büyük eleştiriler yapılıyor, yapılacaktır. Bu konuda da görüşlerimizi başka bir yazı ile aktarabiliriz umarım. 
*** 
Salonda gün boyunca dinmeyen bir heyecan vardı. Hedef büyütmüş, iktidara inanmış CHP’liler vardı. Halkın kurultayı söz konusuydu her şeyden önce. Parti merkezinde düşünülmüş ve hazırlanmış hiçbir pankarttaki slogan seslendirilmedi. Onun yerine halk kendi sloganlarını yarattı. Medya zorlamasıyla oturtulmaya çalışılan ‘Gandi’ lakabını kimse ağzına bile almadı. 
Cumartesi günü Atatürk Salonunda yeni bir lider doğdu. Binler sol yumruğunu havaya kaldırarak ‘Başbakan Kemal’ diye bağırdı, ‘Halkçı Kemal’ dedi, ‘Faşizme karşı omuz omuza’ çağrıları yapıldı. 
Halk salona akın edip parti yöneticilerinin kurultay delegeleri için ayırttı koltuklara yerleşti, delegeleri dışarı attı. Kravatsız konuşan, ‘halk’ diyen, CHP’nin halkçılık ilkesini hatırlatan Kılıçdaroğlu da beklentileri boşuna çıkarmadı. Kılıçdaroğlu söz verdiği gibi parti içi demokrasiyi hayata geçirebilirse önümüzdeki dönemde çok farklı ve herkesin özlemini çektiği bir CHP ile karşı karşıya olacağımızın bir göstergesi oldu bu kurultay.

(Bizim Sakarya Gazetesi - ARŞİV)

2 Şubat 2017 Perşembe

BU YOL ŞAMPİYONLUĞA ÇIKAR

Bu bir teşekkür yazısıdır!
Büyükşehir Belediyesi’ne… Spor İl Müdürlüğü yönetimine… Sponsorlara… Taraftarlara… Sporculara…
Sakarya Büyükşehir Basketbol’dan bahsediyorum. Hepsine, bu şehre heyecan, coşku veren bu kadar iyi bir takımı kurdukları ve yaşattıkları için teşekkür etmek istedim. Belki de bu teşekkürler demeti içerisinde en önemli yerde Akgün Altuğ yer alıyor. Daha yıllar yıllar önce, Akgün Altuğ SASTO Başkanlığı yaparken basketbol hayallerini dillendiriyor, bunun için adımlar atıyordu. Şimdilerde Sakarya için basketbol hayalinin gerçekleşmiş olması mutluluk verici.
***
Öz geçmişi yıllara dayanmayan ama ciddi bir tecrübeye sahip aktörlerin bir araya gelmesiyle mükemmele yakın bir takım kuruldu. Sakarya Büyükşehir Basketbol takımı kurulduğu 2013 yılından bu yana hedefine doğru emin adımlarla ilerliyor. Bir spor kulübü için ligleri atlaya atlaya yol almak kolay değildir. Başlı başına bir başarı öyküsüdür.
Ve nihai hedefimiz olan Spor Toto Basketbol Ligi ufukta görülmeye başlandı. Geçen yıl kapısından döndüğümüz süper lige bu yıl ulaşacağız gibi görünüyor. Sakarya Basketbol takımının izlemiş olduğu bu yol şampiyonluğa çıkıyor. Buna inancımız büyük! Hem takımın kendine olan güveni, hem de her maçta tribünleri dolduran taraftar bu zafer için gerekli sinerjiyi oluşturmuş durumda. Öte yandan şehirde basketbol için oluşmuş olan beraberlik başarı için önemli bir itici güç.
Yeri gelmişken bir parantez de taraftara açmak gerekiyor. Atatürk Spor Salonu’nu her maçta dolduran coşkulu taraftar Türkiye’de her kulübe nasip olmaz. Takımına bağlılığı, coşku ve tezahüratı bir yana basketbol kültürü ve bilgisiyle süper ligdeki birçok kulübü kıskandıracak seviyede. Küfür, taşkınlık gibi olumsuzluklar sergilemeyerek takıma ceza aldırmamaları takdire şayan. Açıkçası bu taraftarıyla Sakarya Basketbol takımı Spor Toto Basketbol Ligi’ne çok yakışacak.
***
Birinci lige çıktıktan sonra bu taraftarımızla, iyi takviyeler ve basketbol için şehirdeki birliktelikle ligin parlak takımı olacağımızı düşünüyorum. Şahsen birinci ligde -lige yükseldiği ilk yıl- Edirne Olin etkisi yapacağımızı hissediyorum. Birinci ligde Sakarya Basket iç sahada taraftarının baskısıyla birlikte ligdeki takımların korkulu deplasmanı olur. Anadolu Efes, Galatasaray, Fenerbahçe, Doğuş gibi devlere de Serdivan Spor Salonu’nu dar ederiz evelallah! Bugün Atatürk Spor Salonu’na sığmayan taraftar Efes, Fenerbahçe gibi Euroleague takımlarını ağırlayacağımız zaman muhtemelen Serdivan Spor Salonu takım için tahsis edilecektir. İşte o zaman oluşacak taraftar ambiyansıyla Türkiye’de basketbolda adımızı iyi yerlerde geçireceğiz. Umarım bu rüya seneye gerçekleşecek. Futbolda uzun yıllardır özlediğimiz başarıları basketbolda yakalayacağız.

***
Süper Lig hedefi için herkes kenetlenmiş durumda. Oyuncular ve teknik heyet hedefe yüzde yüz kilitlenmiş durumda. Taraftar ve şehir de bu iyi takımdan şampiyonluk istiyor. Türkiye Basketbol Liginin lider takımın kaptanı Kerem Gönlüm de bu hedefleri dillendiriyor. Takımın iki ana hedefi var; Şubat’taki Federasyon kupasını kazanmak ve Süper Lige yükselmek. Türk basketbolunun efsanelerinden olan ve Sakarya Basketin kaptanı Kerem Gönlüm, TBF TV’ye verdiği demeçte şu güzel sözleri söylemiş: “Bu şehir spora alışkın bir şehir. Tabi Sakaryaspor’un futboldaki düşüşüyle beraber biraz daha moraller bozulmuş, herkesin motivasyonu kaybolmuş. Biz bunu yaratmaya çalışıyoruz. Zaten buradaki maçlarda taraftarımız sağ olsunlar full destekle, salonu doldurdular. Buradaki o motivasyonu tekrar kazandırmaya çalışacağız. Onlar bize çok güveniyor. Biz aynı hedefte sapmadan devam edeceğiz. Bize desteklerinden dolayı onlara teşekkür etmek istiyorum. Ama esas bundan sonra daha çok desteğe ihtiyacımız var. Çünkü burada bir taşkınlık, saha kapama… onlar da çok önemli. Bunlara da hiç girmiyorlar. Kaliteli izleyip gidiyorlar. Onlardan bu desteğin artarak devam etmesini istiyorum.”
***
Bu yazı yazılırken takımımız İstanbul’da Pertevniyal deplasmanında ilk yarıyı 44-24 önde kapatıyordu. Bu maçı da galibiyetle tamamlayacağımız! Adım adım şampiyonluğa ve süper lige yürüyoruz.
Bu heyecan, bu coşku için katkı veren herkese teşekkürler!
(Bizim Sakarya Gazetesi / 01.02.2017)

30 Ocak 2017 Pazartesi

PARLAK OLMAYAN REFERANDUM GEÇMİŞİMİZ

Memleket soğuk hava dalgasıyla birlikte sert bir referandum iklimine doğru sürükleniyor.
Liderler meydanlara inmeden ‘evetçi’ / ‘hayırcı’ atışmalar başladı. facebook / twitter cephesi şimdiden göz oyucu, tükürücü, saldırgan, belden aşağı vurmalı savaş sanatlarına sahne oluyor.
Memleket carttt diye ikiye bölündü resmen!
Yıllardır ilmek ilmek örülmeye çalışılan ‘birlik-beraberlik’ gömleği yırtılıp atıldı adeta bir kalemde. 15 Temmuz / Yenikapı ruhu harap edildi sanki bile bile…
Tartışmalara bakınca; Bir cephe sadece kendini haklı görüyor, öbür kesim diğerini tamamen haksız buluyor. Aynen meclisteki Anayasa görüşmelerinde yaşanan büyük hengamede işin özünün kaçırıldığı gibi korkarım bu kez de işin özü kaçıyor.
Referandum süreci Anayasa değişikliğinin neler getireceğini çok iyi tartışıldığı, çok iyi hesaplanması gereken bir süreç olması gerekiyorken iş slogan boyutuna çekiliyor. En büyük tehlikeye böyle sürükleniyoruz.
***
Referandum süreci iki üç sloganla domine edilirse değişikliği isteyenler bile referandum yasallaştıktan sonra dahi niye oy verdiklerini bilemeyecekler.
Nerden bu kadar emin olabiliyorum? Çünkü elimizde çok benzer normlar var. 2010 Anayasa Referandumu.
Hatırlayalım. Tek bir slogan üzerinde yoğunlaşılan Anayasa değişiklikleri daha sonradan bizzat kendi mimarları tarafından ‘hatalı’ olarak görüldü. Peki neden bu hatalar referandum sürecinde görülmedi, algılanmadı; çünkü sloganın çekiciliği büyüktü.
Darbe Anayasası tarihin çöplüğüne atılıyor
Türkiye’de darbeleri sonlandırıyoruz

Yetmez ama EVET
Bu büyük sloganlar etrafında, hayhuy içerisinde referandum yüzde 57.88 evet ile kabul edildi. Evetçiler büyük başarı kazandı. Sonra n’ldu? Hayırcıları buldozer gibi ezdikleri için böbürlenen evet bloğu kendi bindiği dalı kesti. Yere düştü, dal kafasında patladı!
O günleri biraz daha hatırlayalım mı?
Bugün bakınca çok enteresan demeçler çıkmış o zamanlarda. Buyurun bir demet;
SİNAN ÇETİN: Bir daha darbe olmasın diye: EVET
ZEYNEP TANBAY: İlk kez vesayet rejiminin sona ermesi için kapı açılıyor. Yazık ki Anayasanın içinde fındık, kayısı arayan bir muhalefetle referanduma gidiyoruz.
İSKENDER PALA: Evet, TSK’dan yargısız infaz ile ihraç edilen 1665 insanın hakkı için.
AHMET ÖZHAN: Türkiye’nin önünü açacak bir atılım. AK Parti bu atılımı başlatarak çok doğru bir iş yaptı.
MURAT YALÇINTAŞ: Türkiye’de yeni bir sayfa ve dönem açılacak.
***
Bugüne dönecek olursak Anayasa Referandumu yine benzer sloganlarla savunuluyor veya reddediliyor.
Evetçiler Hayırcıları Türkiye’nin önünü tıkamakla suçluyor. Hayırcılar Evetçileri vatanı satmakla suçluyor.
Değişiklikleri derinlemesine tartışmak yerine birbirimizi itham etmekten vazgeçelim. Evet’i de savunuyorsak Hayırcıya bağırarak çağırarak değil, Hayır’ı da savunuyorsak Evet’i savunanlara çemkirmeden vaziyetleri anlatalım.
Bağrışlar çağırışlar yükseldikçe mantıklı düşünme vücudu terk edecek! Sonrası sadece popülizm ve göz kamaştırıcı sloganlar, laflar…
***
Memleketin referandum geçmişini şöyle bir gözden geçirince, insan üzülerek görüyor ki vaziyet hep yukarıdan anlattığımız gibi olmuş.
O öyle bu böyle diye lafı çok da dallandırmanın anlamı yok! 2010’daki vaziyet herkesin malumu. Peki, 1982 Anayasası referandumuna ne demeli! Tamı tamına % 91 evet ile kabul edildi.
İstatistiklere bakılırsa Türk milletinin ‘evet’ diyerek kabul ettiği referandum sonuçlarının pek parlak olduğu söylenemez.
Hayırlısı! 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 29.01.2017) 

26 Ocak 2017 Perşembe

REEL GÜNDEM!

Özal’lı yıllarda çokça duyduğumuz bir cümleydi, ‘reel ekonomi’.
Trende, vapurda, otobüste… Gazetede, radyoda, televizyonda… Her yerde tek konu, herkesin dilinde ‘reel ekonomi’. Ne olmalı da nasıl olmalı da reel ekonomiyi ne yapmalı… Köprüyü mü satmalı, daha çok yol mu yapmalı, şu boş arsaya bir apartman daha mı dikmeli…
Çocuk aklımla koca koca adamları dinler, konuştuklarını anlamaya çalışırdım. Ama yine de ekonominin dönen çarklarını anlayamazdım… Büyüdüm, hala ekonomiyle ilgili bir takım açıklamaları dinliyorum, ama yine anlayamıyorum. Politikacıların, ekonomistlerin, koca koca finansçıların ekonomik sistemi uzun uzun anlatmaları da benim için bir sonuç vermiyor. Anlayamıyorum!
Ekonominin çarkları nasıl dönüyor? Her şey tıkır tıkır giderken nasıl bir anda kriz patlıyor? Koca koca inşaatlar yapılırken, dev dev yatırımlar olurken aniden satışlar duruyor! Borsa neden düşüyor, döviz neden artıyor? Döviz artıyor, o zaman borsa neden düşmüyor? Anlayamıyorum, koca koca adamların anlattıkları da mantıklı gelmiyor. Dünya’da dolaşan bir para varmış; o para çekiliyormuş – geliyormuş – gidiyormuş – bunlar geçiciymiş – içeriye güçsüz – dışarıya güçlüymüşüz. Öyleymiş de, böyleymiş…
***
Tabiî ki, ekonomistlerin ciltler dolusu tez ve antitezleri vardır. Yinede Adam Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’ kitabının tarladaki Osman dedeye, pazardaki Ayşe teyzeye faydalı olabileceğini ve cebindeki paranın neden eridiğini anlatabileceğini düşünmüyorum.
Öyle olmuşta böyle olmuşta döviz yükselmiş, dememek lazım. Sana ne dövizden suyu Euro’yla mı içiyorsun, dememek lazım. Geçen yıl Ayşe teyze Almanya’daki kızını ziyarete gittiğinde marketten 1 Euro’ya aldığı suyu 3,24 liraya (23 Ocak 2016 tarihli kur) içerken bugün o suyu 4,03 liraya içiyor. Afiyet olsun!
Tabiî ki, konuyu şöyle de görebilirsiniz Euro artıyor. Veya daha realist bir şekilde şöyle: Türk Lirası düşüyor. Kısacası sen fakirleşiyorsun! Bunun adı da açık ve seçik olarak devalüasyon.
Tedirgin edici taraf ise bu durumu kabullenmeyip öyle olmuşta böyle olmuş denilmesi. Ve şahsen beni korkutan gelişme ise hükümet sözcülerinin ‘reel ekonomiyi güçlendirmeliyiz’ babında açıklamaları. Çünkü Özal döneminde bunu yaşamıştık; sürekli reel ekonomiyi konuşurken, reel ekonomi güçlenecek Türkiye uçacak derken koalisyonlu, bol enflasyonlu ve krizli yıllar geldi. Umarım bu filmin sadece başı benziyordur.
***
Halkın reel gündemi ekonomi olmaya başladı. Cebindeki paranın erimesiyle birlikte düne kadar ‘amann ekmeği de dolarla almıyorum yaa artarsa artsın’ diyen vatandaş bugün iPhone almak için telefon bayisine gittiğinde fiyatların dolar kurundan dolayı güncellendiğini görünce bir şaşkınlık geçiriyor.
Türk parasındaki kan kaybı devam ediyor. Çabuk unutan insanlar olduğumuz için veya çabuk kabullenen insanlar olduğumuz için süreçleri pas geçiyoruz bazen. Bu yazı için kendi arşivimi karıştırırken yine bu sütunlarda, 13 Eylül 2015 tarihinde (http://www.bizimsakarya.com.tr/m-devaluasyon-5142.html#.VkR_1bfhCM8) aynı konuyu yazmış olduğumu gördüm. Dövizdeki yükselişin, Türk parasındaki erimenin ne kadar uzun zamandır sürdüğünü süreci yaşarken fark edemiyoruz galibi.
Şöyle demişiz o zamanlar, Eylül 2015’te:
“90’lı yıllara yakinen tanıklık ettiğim için ekonomiyle ilgili bir de ‘devalüasyon’ kelimesini çok iyi biliyorum.
Nedir devalüasyon? Halk tanımıyla, paranızın nanay olması…
Kitaptaki tanımı ise şu; “Devalüasyon, bir devletin resmi para biriminin diğer ülke dövizleri karşısında değer kaybettirilmesidir.”
Haber dilindeki karşılı ise ‘dolar arttı, euro zıpladı’ gibisinde olur. Tersten bakış açısı ise ‘Türk parası dibi gördü’.
Doları ele alalım. Ocak ayında 2,20 / 2,30 bandında seyreden dolar seçimlerin hemen ardından 8 Haziran günü 2,75 liraydı. Bugün ise 1 dolar alabilmek için cebinizden 3,04 lira çıkartmak zorundasınız.
Artık birçok Avrupa ülkesinde Türk Lirası 10’luk sitemle işlem görüyor. Döviz bürolarında 10 TL’nin karşılığı para birimi yazılıyor. Birçok ülke tv’sinde ve gazetelerinde TL döviz tablosundan çıkartıldı.
Türk parası müthiş bir değer kaybı yaşadı ve hızla yaşamaya devam ediyor. Lafın özü 6 sıfırı atarak kazandığımız değer sıfırlandı.” 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 22.01.2017) 

11 Ocak 2017 Çarşamba

CANIM SEDAŞ POSTUN NEREDE?

Miniklerin söyledikleri şarkıya benzedi bu. Hani kreşlerde minik eller birbirine tutuşur, bir halka kurarak ve tiz sesleriyle hep bir ağızdan söylemeye başlarlar: 
Küçük kurbağa, küçük kurbağa / Kuyruğun nerede?
 
Kuyruğum yok, kuyruğum yok / Yüzerim derede.
 
Onun gibi: Canım SEDAŞ, canım SEDAŞ POStun nerede?
 
POStum yok, POStum yok / Keserim elektriğini de
 

***
 
Şehirde en çok para seven kurum olan SEDAŞ’ın veznelerinde POS makinesinin kullanılmadığını öğrenmek bende şok etkisi yarattı açıkçası. Tek bir aylık faturayı tahsis edemediği için binlerce insanın elektriğini kesen SEDAŞ POS makinesi kullanmıyor. Neden kullanmıyor, çünkü bankalar SEDAŞ’a uygun faiz oranı uygulamıyormuş. Bana ne? Yani vatandaşa ne? Canım SEDAŞ, tek bir fatura ödenmediği zaman elektriği kesiyor. O zaman vatandaştan para almak için her türlüğü kolaylığı yaratacak. Bu kolaylığı yaratamıyorsa o zaman vatandaşa karşı daha esnek davranacak. Mesela zırt diye elektriği kesmeyecek. Milletin kışın soğukta, yazın aydınlatmayan ampulün altında oturmasına izin vermeyecek. Manavdan 1 kilo domatesi bile 4 taksitle kredi kartıyla almaya alışmış olan Türk milletinin SEDAŞ faturasını kredi kartıyla ödeyememesi büyük bir eksiklik.
 
***
 
SEDAŞ veznelerinde kredi kartının tamamen kullanım dışı olduğunu söylemek tabi ki mümkün değil. Ancak durumda fark var. Bir kerede kredi kartı geçemiyorsunuz. Ve bize ulaşan duyumlara göre, kredi kartı ile ödeme yapmak isteyen vatandaşlar veznedarlar tarafından özel fatura ödeme merkezlerine yönlendiriliyormuş. Buna ne gerek var. Olsun SEDAŞ’ın veznesinde bir tane POS makinesi, vezneye gelen vatandaş da tek seferde geçsin kredi kartını, akabinde de duysun ‘vadaaaaa’ sesini. İçi rahatlasın(!) SEDAŞ’ta kredi kartıyla ödeme yapmanın bir diğer yolu ise internet bankacılığı veya bankalardan ödeme talimatı vererek fatura ödemesi yapmak. Ama bizim burada bahis konusu yaptığımız böyle bir sistem değil.
 
***
 
Söylemek istediğimiz şey şudur ki, mesela çok sıkıştınız. Paranız yok. Kredi kartınız da yok. Elinizde tek SEDAŞ faturanız var. Bir an için düşünün bütün varlığınız bu. Ve bu varlık size ağır gelmeye başlıyor. Çünkü o tek fatura ödenmezse evinizdeki elektrik kesilecek. Ve o elektrik kesilirse TV’den Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Halka Sesleniş’ konuşmasını dinleyemeyeceksiniz. Bu sizde büyük bir sıkıntı yapıyor. Bu sıkıntıyı üstünüzden atmak için Erdoğan hükümetinin özelleştirdiği SEDAŞ veznesine gidip hemen faturanızı ödemeniz gerekiyor. Ne yapacaksınız? Hemen kredi kartı olan bir arkadaşınızdan rica edeceksiniz. Kredi katı ile tek geçelim faturayı ben sana sonra elim rahatlayınca öderim, diyeceksiniz. Kara gün dostu arkadaşınız, ödenmezse elektrik kesecek SEDAŞ faturası ve Türkiye ve Dünyanın her yerinden alışveriş yapılan o kredi kartı ile vezneye gidiyorsunuz. Ama bu işlem hiçbir işe yaramıyor; çünkü veznede POS makinesi yok.
 
***
 
Vatandaşa daha iyi hizmet versin diye özelleştirilen SEDAŞ, vatandaştan daha rahat para alabilmek için POS makinesi kullanmıyor. Anlamak oldukça güç…
 
Kendi çıkarlarını korumak için böyle bir uygulama yaptığı aşikar. Az önce de belirttiğim gibi bankaların faiz oranları SEDAŞ’a cazip gelmiyor. Kendi menfaatini bu kadar ön planda tutan kurumun birazcık da vatandaşın menfaatlerini düşünmesi gerekmez mi?

(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...