26 Aralık 2016 Pazartesi

BÜTÜN BUNLAR NE OLACAK?

Bilen bilir…
Bulutsuzluk Özlemi’nin Cezaevinde Bayram Görüşmesi şarkısının en can alıcı sözleridir; Bütün Bunlar Ne Olacak?
Şarkı eski Türkiye’deki koşullar için yazılmıştı. Biz bu günlerde Yeni Türkiye için devşirelim… Ve diyelim ki, Bütün Bunlar Ne Olacak? Kim onlar? Tabi ki Suriyeliler.
Bütün bu Suriyeliler ne olacak? Hatta onlarla birlikte Anadolu topraklarına yerleşmiş bütün bu Araplar ne olacak?
***
90’lı yılların daha başıydı…
Gençtik, ateşliydik; Yeni Türkiye’ye değil ama demokrasiye inanıyorduk. Demokrasi olsun diye saat akşam 9 oldumuduna ışığımızı kapatıyorduk, sonra tekrar yakıyorduk… Işık söndü, ışık yandı… Susma, yoksa sıra sana gelecek diyorduk.
O zaman Eski Türkiye içinde yer edinmişler bize ‘Mum söndü oynuyor bunlar’ diyordu.
Desinler, biz yine de Yeni Türkiye’ye değil ama demokrasiye inanıyorduk.
***

İşte o günlerden bir şarkı…
Daha Mücahit Erbakan Başbakan iken, daha Cumhurbaşkanı İstanbul Başkanıyken, daha sabık Cumhurbaşkanı Bosna paralarının Kara Kutusuyken. Susurluk aydınlansın, ‘devletin içindeki derin -paralel- yapı ortaya çıksın’ diye mücadele edenlerin ‘Bunlar gulu gulu dansı yapıyor’, ‘Mum söndü oynuyor’ diye küçümsendiği dönemler…
Neden? Bilinmez… Belki de daha AK Demokrasi için erken olduğu içindir.
***
Neyse ki, mumu da söndürdük, artık ampul yakmayı da bıraktık… Tek inandığımız Yeni Türkiye ve Yeni Demokrasi
***
İşte mazide kalmış eski bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısıdır ‘Cezaevinde Bayram Görüşmesi’. Nejat cılız sesiyle der ki:
Gazetelerde bu sabah bir fotoğraf var
Cezaevinde bayram görüşmesi
Analar, babalar, çocuklar sarmaş dolaş
Gülerken ağlayan bir yüz bir sevgili ya da bir eş
Elinde bir tutam çiçek tutan küçük kız sarmaş dolaş
Ne olacak bütün bunlar
Bütün bunlar ne olacak
Gülerken ağlayan bir yüz bir sevgili ya da bir eş
Elinde bir tutam çiçek tutan küçük kız sarmaş dolaş
Ne olacak bütün bunlar
Bütün bunlar ne olacak
***
Demokrasinin ağır aksak yürüdüğü, aslında hiç ilerlemediği dönemlerdi. Cezaevlerinde yüzlerce siyasi ve kader mahkumu vardı.
Bir de her Bayram Suriye Sınırından serbest geçiş vardı. Bayram olduğu zaman aynı cezaevi gibi sınırdaki tel kalkar ve yüz yüze Bayram Görüşmesi yapılırdı. Türkiye sınırının güney bölgesinde akrabalar bu sıcak temastan faydalanarak hasret giderir, hatta küçük çaplı mal aldı verdisi yaparlardı.
                                                                       ***
Bu günlerde ne zaman şehre çıksam o Bayram fotoğrafını hatırlıyorum. Sanki sınır teli ortadan kalmış Suriyeliler Hatay’daki uzak akrabalarına faturasız şeker getirmiş.
Ama neden benim şehrime gelmiş?
İşte bunu çözmekte zorlanıyorum. Ve bence sadece ben değil, bu şehirdeki koca koca adamlar da bunu çözmekte zorlanıyor.
Bu kadar çok Suriyeli ne iş yapar? Yok yok bunu ciddi soruyorum; bu adamları daaa buraya kadar gönderdiniz, ama ne iş yapacaklarını söylediniz mi, acaba devleti idare eden sayın baylar?
Çünkü eğer ne iş yapacaklarını söylemediyseniz bu insanlar bir zaman sonra yasadışı işlere bulaşmaya başlayacak. Ve bunun suçlusu da tamamen mültecileri plansız bir şekilde Türkiye geneline dağıtan devlettir.
                                                                       ***
Suriye’de Mart 2011 yılından bu yana iç savaş var. Dönemin Başbakanı savaşın 3 gün kadar süreceğini ve babadan olma Esat’ın gideceğini iddia etmişti, ancak kendi başbakanlığı bitti savaş bitmedi.
O gün bu gündür Anadolu toprakları Suriyeli mültecilerle kucak kucağa yaşamak zorunda. Tamı tamına 3 yıldır. Ve Türkiye’nin her yerinde; ovasında dağında metropolünden kırsalında… Bu nasıl bir devlet politikası?
Bir devlet tabi ki, savaştan kaçan insanlara kucak açar. Ama bu nasıl bir plansızlıktır? Gelen insanlara da yazık, yerleşik olarak yaşayanlara da yazık?
3 yılı devirdik. Suriye’de karışıklık devam ediyor. Daha da ötesi Arap Yarım Adasında ciddi değişiklikler var.
Bölgeden akın akın mülteciler gelmeye devam ediyor.
Bütün bunlar ne olacak? Bilen var mı? Açık yüreklilikle işin aslını anlatacak bir tane devlet yetkilisi var mı?
Bütün bunlar ne olacak?
Bu mülteciler ne olacak? 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 11 Eylül 2014)

24 Aralık 2016 Cumartesi

BEN HEP SANA BAKTIM

Hayatın tam orta yerinde durmuş sana bakıyordum. Yaşım 30’du. 
Ve ben 20 yaşında da sana bakıyordum. Sim kelebekler konan gözlerinin mavisinde görmüştüm o günü. Yağmurlu bir Beşiktaş iskelesi. Ve seni çok uzaklara götüren bir vapur. Oysaki o şehirler içi İDO vapurunun son durağı sadece karşı kıyıdaki Karaköy’dü. Atlantis vurgunu yemiş gibi kayboldun. Kaybettin sonra kendini kendi bilinçaltında. Beni göz kapaklarının altında gizleyerek binlerce kilometre yol yaptın. Atlantis düşlerinin tamamını izleyen masum yüzlü bir çocuk oldum günlerce. Yıllarca sevgisiz ve susuz kaldım. 
*** 
Hayatın tam başlangıç noktasında durmuş sana bakıyordum. Yaşım 17’ydi. 
Ve ben 20 yaşında da sana bakıyordum. En masum yunusları içinde yüzdürdüğün gözlerinin mavisi kapanınca onlar kaçmasın diye sabahlara kadar nöbet tutardım. Alnının açıklığında gördüm o günü. Kadıköy’ün dik yamaçlı dar sokaklarında deniz kokulu bir kafe. Kuytuda unutulmuş bir masa; masanın etrafında sen, ben ve birkaç eski dost. Keskin bir tütsü kokusunda boğuldu sohbet. Tütsüde yandı bedenim. Yıllarca sevgisiz ve yaralı kaldım. 


*** 
Hayatın tam hareket anında durmuş sana bakıyordum. Yaşım 22’ydi. 
Ve ben 20 yaşında da sana bakıyordum. Saçının kıvrımında görmüştüm o günü. Uzun düz saçların ortasında bir çift mavi göz ‘merhaba’ dedi Haydarpaşa’nın dumanlı peronunda. Sık ve uzun adımlarla kollarımdan tutup denize doğru sürükledi eski kavgaların modası geçmez gündem maddeleri. Bir vapur çığlığında boğuldu sesim. Yıllarca sevgisiz ve suskun kaldım. 
*** 
Hayatın tam duygu selinde durmuş sana bakıyordum. Yaşım 18’di. 
Ve ben 20 yaşında da sana bakıyordum. Bahar çiçeklerinin kokusunda gördüm o günü. Bir martı selam durdu sabaha. Boğazdan geçen vapur dumanında gizliydi bilmece. Densiz birisi kornaya bastı. Televizyonda NBA maçı yeni bitmişti. Kaosun içinde sen bende kayboldun. Ben kendimi bulurken seni kaybettim. Yıllarca sevgisiz ve kayıp yaşadım. 
*** 
Hayatın tam dönüm noktasında durmuş sana bakıyordum. Yaşım 20’ydi. 
Ve ben hep sana bakıyordum. Tatlı telaşla titreyen sesinde görmüştüm o günü. İstiklal hınca hınç ve her zamanki gereksiz kalabalıyla başımı ağrıtıyordu. Serin, soğuk ve sensizdim. Galatasaray Lisesinde sarı telefon kulübeleri önünde sıra bekledim. Bir dal Winston içtim. Sigarayı tam bitirmeden izmaritini yere atıp üstüne basmadan ilerledim. Sigara kaldırım taşları üzerinde yuvarlanarak birkaç tur attı. Sonra sırtında yeşil bir çantası olan kız izmaritin üzerine bastı. Kül söndü. İnce bir duman yükseldi.
Üzerinde PTT yazan kulübenin yana açılır cam kapısını sürdüm. Az önce sokak satıcısından aldığım kontör kartla seni aradım. Uzak diyarlara gitme vaktinin geldiğini söyledim. Hoşça kal… Elveda… Senin aklında Nepal’e gitmek vardı. Hayallerinde kayboldun. 
Kayıp ilanı vermeden yıllarca kendini bende aradın. Kuytularda saklı tuttun hatıra sandığını. Kitapların okunmuş satırlarını daksilleyip rafa kaldırdın. Resimlerden kendini çıkarttın. Fonu değiştirip başka başka adamlarla aynı resmi çektirdin. Tüm yeni resimlerinde o gülümsemeyi yakalamak için uğraştın. Gözlerinin mavi parıltısında kayboldun. Yıllarca sevgisiz ve sensiz yaşadım. 
*** 
Hayatın tam orta yerinde durmuş sana bakıyordum. Yaşım 30’du. 
Ve ben hep sana bakmıştım. Gözlerinin sonsuz derinliğinde gördüm o günü. Haydarpaşa-Adapazarı ekspresi buharlı sislerle Adapazarı Garı’na geldi. 
Ve sen yıllarca sevgisiz ve bensiz yaşadın…
(Bizim Sakarya Gazetesi / 11 Eylül 2015) 

30 Kasım 2016 Çarşamba

BU ŞEHİR İSMET BADEM’DEN ÖZÜR BORÇLU

Delikanlılık yıllarımın bir kısmını geçirdiğim yatılı okullarda akşamlarımızı neşelendiren iki ses tınısı vardı. Biri Murat Murathanoğlu ve diğeri de İsmet Badem. 
Efes Pilsen’in Avrupa’da fırtınalar gibi estiği dönemde Bolu’da yatılı okuldaydım. Düzce’li oda arkadaşımla elimizdeki Pihilips marka küçük radyo ile her Cuma akşamı ikilinin Show radyodaki programını takip ederdik. Ama bizi en çok heyecanlandıran tabiî ki Efes Pilsen’in Koraç Kupasına uzanan serüvenine tanık olmaktı. Murat Murathanoğlu’nun NBA kıvamındaki spikerlik coşkusu ve her zaman yerinde yorumlarıyla İsmet Badem bizi tam bir basketbol sevdalısı yapmıştı. 


*** 
Yeni bir dönem yaşanıyordu, yeni bitme zenginler yavaş yavaş internetle tanışıyor, hatta cep telefonu efsaneleri bile anlatılıyordu ama biz basketbolu el radyosundan dinlemek zorundaydık. Durumumuzdan şikayetçi değildik aslında; çünkü basketbol izleyebilecek TV bulmakta çok zorluk çekiyorduk. Kahvehanelere bu isteğimizi kabul ettirmemiz güç olmuştu. Efes Pilsen’in Koraç Kupasını aldığı ve maçı anlatırken Murat Murathanoğlu’nun sesinin kesildiği maçı küçücük yurt odamızda iki kişi havalara uça uça radyodan dinlemiştik. Ama ne geceydi! Sonunda basketbolun zirvesine oturmuştuk. İsmet Badem, maç sonrasında Aydın Örs’e şöyle diyordu: “Bunu yapmayı hiç istemezdim ama seni öpmek zorundayım!” 
Nasıl öpülmezdi ki, herkes. Bütün takım tek tek öpülür, omuzlarda taşınırdı. 
*** 
Şimdi bunu niye anlattım? 
Önce küçük bir itiraf. Evet, bu yıl kupayı Fenerbahçe Ülker’e kaçırdığımız için üzgünüm. Ama kabul etmek gerekiyor ki, Fenerbahçe Ülker bu sezon harika bir takım kurmuş. Eylül ayındaki turnuvada da Milli Takımımızın yüzünü Fenerbahçe Ülker’li oyuncular sevindirecek gibi görünüyor. 
*** 
Ama bunu bugün anlatmamın sebebi İsmet Badem ve onun Türkiye’ye yaydığı basketbol sevgisi. O sevgiyi yüreğinde taşıyanlardan birisi benim. Küçük bir lise öğrenciyken Bolu’da bir Sakaryalı olarak başka bir Sakaryalı olan İsmet Badem bu sevgiyi aşıladı. Bu tesadüfü düşündükçe mutlu olurum. İsmet Badem’le gurur duyarım. Ve dışarıda bunu anlatırım. 
*** 
Ama bu tesadüfün bir da acı yanı var. Bütün Türkiye’ye basketbol sevdası aşılayan İsmet Bademin memleketi Sakarya basketbolda küme düşmüş vaziyette. Küme düşmüş demek bile iyimser bir tablo. Çünkü bu şehirde basketbol hiçbir zaman gündem olmadı. Sakarya’nın basketbolda bir takımı olmadı. Hiçbir ligde, ne 1. ne 2. ve ne de 3. ligde Sakarya basketbolda temsil edilmedi, edilemedi. Bunun için hiçbir adım da atılmadı. Hiçbir girişimde de bulunulmadı. 
*** 
Türkiye’nin en saygın basketbol duayenlerinden birini yetiştiren Sakarya için bundan daha büyük bir ayıp olabilir mi? İsmet Badem’e karşı özür borcumuzu ödemek zorundayız. 
Bu şehirde artık birileri basketbol adına harekete geçmelidir. 
*** 
Sakaryaspor’un ve Sakarya futbolunun Şansal Büyüka’sı varsa Sakarya basketbolunun da İsmet Badem’i var. Eminim ki, Badem basketbol adına atılacak bir adımı asla geri çevirmez. 
*** 
Bugünlerde birçok kurum, kuruluş, sivil toplum örgütü, gönüllü, zengin, fakir ve yönetici Sakaryaspor’u yeniden yapılandırmayı düşünürken Basketbol’u hatırlatmak istedim sadece. 
Benimkisi masumane bir istek. Sakaryaspor yeniden yapılandırılmalı ve bünyesinde yeni spor branşlarını da katmalıdır. Sağlam sponsorlarla Sakarya basketbolda özlediği tabloyu yakalayabilir.
(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

23 Kasım 2016 Çarşamba

BU KABAK NEDEN SOSYALİSTLERİN BAŞINDA

Bu kabak neden sosyalistlerin başında patladı? 

Dün, Türk sol tarihi için önemli bir kazanımın yaşandığı bir gün olarak tarihe kazınacak. Bunda şüphe yok. Bütün işçiler, emekçiler hep birlikte Taksim Meydanı’nda bir bütünlük içerisinde coşkuyla, biber gazı yemeden işçi bayramının nasıl kutlanabileceğini gösterdi. (Yazının yazıldığı dakikalar itibariyle Taksim’de kürsü krizi dışında bir gerginlik yoktu.) 
*** 
Taksim’deki 1 Mayıs kutlamaları için çok şeyler yazıldı ve yazılmaya da devam edecek. Ben ise bugün Taksim Meydanını değil, Yunanistan’ı merak ediyorum. Çünkü Avrupa’da sosyalist geleneğin önemli kalelerinden birisi olan Yunanistan’da bugün (dün) 1 Mayıs kutlamaları yerine hükümete protestolar vardı. Yunanlı sendikalar Papandreu hükümetinin almış olduğu ekonomik tedbir paketlerini protesto ettiler. İflasın eşiğinde olan ülke sadece 6 aydır sosyalist parti PASOK tarafından yönetiliyor. Yunanistan ekonomisi 2000’li yılların başından itibaren Karamanlis’in sert liberal politikalarıyla idare ediliyordu. Ve bugün Yunanistan’ın başına bela olan Euro para birimini kabul edilmesi de yine Karamanlis dönemine denk gelir. Yani lafın kestirmesi; Türk siyasetçilerinin her zaman sarıldıkları, ‘kucağımızda enkaz bulduk’ sözü Başbakan Yorgo Papandreu’nun durumunu anlatmak için biçilmiş kaftan. İşte tam da bu yüzden yazımıza böyle bir başlık koyduk. Bu kabak neden sosyalistlerin başında patladı? 
*** 
Yunan halkı büyük gösterilerle hükümeti protesto ediyor ve bunun 5 Mayıs günü ülke genelinde yapılacak olan büyük grevin provası olduğunu söylüyor. Ekonomiyi bu noktaya getiren liberal Karamanlis hükümetini ise suçlayan yok. Veya olsa da tarih Karamanlis’i değil, sosyalist Papandreu’yu suçlu olarak kayıt altına alacak. 
*** 
Yaz başında çiftçi grevleriyle başlayan Yunanistan krizini izledikçe, sevgili Yunanlı dostum Theodoris ile yaptığımız tartışmalar aklıma gelip durur… 
İkimiz de aynı üniversitede okuyorduk. Thedoris de benim gibi eğitimci bir ailenin çocuğuydu. Belki de aramızdaki terk fark; her zaman onun cüzdanı benimkinden daha kabarık olabiliyordu. Sosyalist düşünce yapısına sahip olan Theodoris’e ne zaman Yunan ekonomisi ile ilgili övgü sözleri söylesem, bunu şiddetle reddeder ve bana katılmadığını söylerdi. Dostluğumuzun başlangıcı Yunanistan’ın Euro para birimini kabul etmesiyle eş zamana denk gelir. Thedoris, her fırsatta Euro’ya geçişten sonra ekonomik daralma yaşadıklarını anlatırdı. Fiyatların artış gösterdiğini, maaşların yerinde sayıkladığını ve alım gücünün hızla düşüş trendine girdiğini söylerdi. Sert bir Karamanlis düşmanı olan sevgili dostum, AB’nin ve hızla devam eden özelleştirme politikalarının Yunanistan’ın başına bela olacağını iddia ederdi. Ne yazık ki, Thedoris yıllar sonra haklı çıktı. 


*** 
Euro para birimi neden önemli? Milliyet’ten Güngör Uras’ın tespiti çok yerinde. “Yunanistan’ın bütçe gideri yaklaşık 150 milyon dolar, geliri yaklaşık 110 milyar dolar. Yunanistan’ın açığı kapatmak için 40 milyar dolar borçlanması gerekiyor. Yunanistan AB üyesi olarak Euro para birimini kabul etti.” 
Buraya dikkat: “… Milli parası yok. Bu nedenle iç borç-dış borç ayrımı söz konusu değil. Bütçe açığı için borçlanacak ise Euro ile borçlanacak.” 
Burası çok daha önemli: “Halbuki biz, bütçe açığını Türk parasıyla içeriden borçlanarak kapatma imkanına sahibiz.” (Milliyet. 29 Nisan 2010)  
*** 
Katı liberal ekonomisini yıllarca dünyaya empoze etmek için bin bir türlü oyunlar oynayan Almanya ise bugün Yunanistan’ı kurtarmak konusunda isteksiz. Yunanistan’ın Euro para birimine kabul edilmesinin bir hata olduğunu açıklıyor Almanlar. Bunu yıllar önce benim sosyalist arkadaşım Thedorist de dahil olmak üzere Avrupa’daki birçok sosyalist söyledi. (Tek para birimiyle ekonominin yara alacağı tartışmaları net bir şekilde yapılmıştı) Ama liberaller hep pembe gözlük göstermek istediler. Zamanında sosyalistlerin sözü dinlenmiyor da şimdi neden kabak sosyalistlerin başına patladı?
(Bizim Sakarya Gazetesi / 2 Mayıs 2010)

27 Ekim 2016 Perşembe

BOY 1,68 KİLO 65 ASKERLİĞE ELVERİŞLİ

En sonunda bu da oldu. Ben de o tornadan geçtim. Soyundum, muayene oldum, tikim var mı yok mu diye bir form doldurdum, neden yıllarca askerlik yoklaması yaptırmadım diye yazılı ifade verdim ve askere gidebilmek için vizemi aldım. 
Yarım günümü Adapazarı Askerlik Şubesi içerisinde geçirdikten sonra elime iki adet A-4 kağıt tutuşturup beni günlük yaşama geri gönderdiler. Belgenin bir yerinde anlamını bilmediğim ‘celp dönemi’ diye bir şey yazıyor. Aralık 2010 diyor. Sordum soruşturdum, aralık ayında yeşil elbisenin içerisine gireceksin demekmiş bu. Kâğıda göre, statüm bile var. Yd. Sb. Adayı… Bu da Yedek Subay adayı demekmiş. Adayım henüz, yedek subay olamaya bilirim de… Yedek subay ne iş yapar? Onu da bilmiyorum, gidince göreceğiz veya gösterecekler… Bizim burada bildiğimiz tek şey, Yd. Sb. kısa dönem askerlik yapıyor. Kısa dönem de bize göre kısa dönem. Zorunlu askerlik döneminin kalmadığı bir dünyada, 5 ay 10 gün silahaltında olmak çok da ‘kısa dönem işte!’ diye atlatılacak bir cümle değil sanırım. 

*** 
Her neyse… İşin felsefesine çok fazla girmeyelim. Durduk yere Anayasal suç işlemek istemem. Ne de olsa artık resmen Yd. Sb. adayıyım. Bir parçam TSK’ya ait artık. 
Bir yükümlülük olarak askere gitmem gerektiğini uzun zaman önce kavradım. Artık lisedeki o asi çocuk da değilim tabi… Ama yine de toplumun kişiyi soktuğu o üretim bandına girmek beni rahatsız ediyordu. Okulu bitir, askere git, evlen… 
Bir süredir, askere gitmenin en iyi mevsimi nedir, diye düşünüyordum. İlk önce Ağustos diye karar verdim, sonra vazgeçtim. Ağustos sıcaktı, askerlik için iyi olmazdı. Sonra kış olsun dedim. Ama kış da soğuktu, olmaz. Etten, püften bahaneler üretmeye başlayınca şunu kavradık ki, bu iş yine kalacak en iyisi ‘pat’ diye yapmak. Ve öyle yaptım. Pazartesi sabah yatağımdan kalktığımda aslında tek amacım tıraş olmaktı. 
*** 
Sonra birden kendimi Askerlik Şubesinde buldum. Bir çırpıda üç adet forum doldurdum. Forumlar basit sorulardan oluşuyor ama insan sorulara cevap verirken kendini sınıyor resmen. Tikiniz var mı, hangi elini kullanıyorsun, sağlık durumun… Bunların hepsine cevap verirken kendinle ilgili bir check control yapıyorsun alsında. Bir de cevaplaması zor sorular var. Ayakkabı numarasını sordular. Hemen ayakkabı tabanından kopya çekiyorsun. İyi ki kıyafet bedenini sormadılar. Onu nerden kopya çekecektik?... Sonra çok göreceli sorular var. Vücudunuzun durumu nedir diyor; atletik, normal. Bana göre gayet atletik ve yakışıklıyız, ama bana göre. Riske girmedik ‘normal’ dedik… Ehliyeti, çaldığımız müzik aletlerini, yaptığımız spor dalını her şey soruldu. Fazla bilmemek iyidir diyerek, bu soruların hepsini boş bıraktık. Şimdi piyano çalıyorum desem, bana Er Gazinosunda Beethoven’in 5. piyano konçertosunu mu çaldıracaklar. Ne gerek var… 
*** 
Arşiv bölümünde görevli bir asker üzerinde 1979/850 yazan Askerlik Dosyasını bana uzattı. Ben ilk askerlik muayenesi olduğum zaman Askerlik Şubesi şu anki Kent Meydanındaydı. Sonra şube geçici bir süreliğine Donatımda prefabrikte kaldı. Oraya tecil işlemleri için gitmiştim. Şimdi Askerlik Şubesi ise Camilide güzel bir binada. Orda da son yoklamamı oldum. Elime dosyayı aldığım anda bütün bu süreçler film şeridi gibi gözümün önünden geçti. 10 yıl önce açılmış dosyayı elimde tuttum. Dosyanın ağırlığı artık 1,5 kiloyu bulmuş. Yazışmalar, arama emirleri, okuldan, elçilikten, Ankara’dan resmi yazılar ve bu resmi yazılara cevaplar. 10 yıl boyunca ne kadar çok kişi, kurum benimle uğraşmış ve ben hiç haberdar bile değilim. İnsan biraz kötü hissediyor… 
*** 
Sonra beni bir odaya aldılar. Üç ayrı masanın arkasında üç ayrı doktor oturmuş beni bekliyordu. Boyumuz ölçüldü; 1,68. Kilomuza bakıldı; 65. Daha önce ameliyat olmuş muyduk? Bademcik aldırdık, ameliyattan sayılır mı acaba. Sayılmazmış! Madde kullanıyor muymuşum? Madde ne demek, saflığına yatmadık. Tabi ki hayır. Madde neymiş, diye doktor bize sordu. Uyuşturucu! Hollanda’da marihuanayı uyuşturucudan kabul etmiyorlar kıvamında felsefik bir tartışma başlatacak değilim. Çünkü tartışılacak sağlıklı bir ortam yok. Adam doktor seni muayene ediyor. Sen ise boxerla çıplak kalmış bir asker heveslisisin. 
Gözlere bakıldı. Renkli noktalar içerisinde, 34, 7, 68… rakamları şahin gibi okundu. Yan masaya geçildi. Kalp atışları dinlendi. Kafa sağ çevrilip tekrar dinlendi. 
*** 
Dosyanın üzerine kırmızı kalemle Boy 1,68 Kilo 65 ASKERE ELVERİŞLİDİR (AE) yazıldı, bana teslim edildi. Bu mu? Bir psikologla görüşmeyecek miyim? Askere gitmek isteyip, istemediğim sorulmayacak mı? Ben askere elverişli miyim, sorgulanmayacak mı? Yeni bir aşkın eşiğinde miyim? Sevdiğimi geride bırakıp askere gitmek istiyor muyum, diye sorulmayacak mı? 
Sorulmayacak, artık bu soruların hiçbirinin önemi yok. Fotoğrafımızın yanına ASKERE GİTMEK İSTİYOR diye yazıldı. Mühür, imza…
(Bizim Sakarya Gazetesi / Aralık 2010)

17 Eylül 2016 Cumartesi

BOL PALAMUTLU GÜNLER

Sapla samanın birbirine karıştığı bir referandum sürecini geride bıraktık. Soydu, soptu, Yüce Divandı, terördü, terörist başıydı derken zaten anayasa paketinin içeriği unutuldu. Referandum oylaması partilerin tabanına çekildi. Sonuçta görünen tabloda kazanan AKP ve CHP olurken MHP büyük bir oy kaybına uğradı. 
*** 
Şimdi işi analiz etme ve vatandaşın sabahlara kadar yorum dinleme zamanı. Halk iradesini ortaya koydu, demokrasi kazandı yorumları yapılacak. Katılım oranı yüzde 77’de kaldı. Yüzde 23’lük bir kesim sandığa gitmedi. Bu oran rakamsal olarak bazı Avrupa ülkelerinin toplam nüfusuna tekabül eder. Bu bir parti oylaması değildi; o yüzden sandığa gitmeyenleri önemsemiyorum diyemezsiniz. Onların da görüşleri önemlidir, sandığa gitmemek de bir tercihtir. (Bu kısımda hemen DBP’nin boykotuna laf etmek gerek. Söylemeye çalıştığım şey Osman Baydemir’in tersten görmek istediği ‘boykot’ mantığı değil.) Çünkü Anayasa metinleri toplumsal kontratlardır. Yüzde 23’lük seçmen oranı sandığa gitmemekle anayasa değişiklik paketini onaylamamış olmadı mı? Eğer durumu böyle görürseniz ve hayır diyen yüzde 42’inin üstüne bunu eklerseniz elinizde yüzde 65 gibi bir oran oluşuyor. Sonuç, toplam seçmenin yüzde 65’inin hayır dediği bir anayasa kabul edilmiş oluyor. 
Bunun tam tersi de mümkün tabi ki, sandığa gitmeyen yüzde 23’lük kesim evet de diyebilirdi. O zaman da evet cephesi yüzde 81 olurdu. Bunu kestirmek zor… 
*** 
Zaten bütün hesapların birbirine karıştığı, sonucun nasıl değerlendirilmesi gerektiğini karıştırdığımız bir referandum sonucu elimizde. Anayasalar toplumsal metinlerdir. Sandığa giden seçmenin yüzde 42’sinin hayır dediği bir anayasa metninin toplumsal bir kontrat olduğunu söylemek de biraz güç. 
Hayır, diyenlerin darbe destekçisi olarak lanse edildiği bir propaganda süreci sonunda seçmenlerin yüzde 42’si darbeci mi oluyor? Veya sırf 2 tane maddeye hayır dememek için değişiklik paketinin tamamına evet diyen kişi Anayasanın tamamını mı kabul etmiş oluyor? 
*** 
Memlekette son dönemlerde tartıştığımız ve konuştuğumuz her şey sert siyasi çizgiler taşıyor. Referandum sürecinde taraf-bertaraf / konsomatris tartışmalarına bakın. Geçiniz efendim siyasi tartışmaları geçen kış ‘domuz gribi aşısı’ skandalına bakın. Tartışmalar, kavgalar öyle bir noktaya geldi ki, iktidar yanlıları aşı yaptırdı, muhalefet aşı yaptırmadı. Artık her konuyu siyasi rengimize göre algılamayı kanıksar olduk. Muhalif kanat da iktidar kanadı da her konuda karşıdakine ders vermek hevesi içerisinde. 
*** 
Sapla samanın birbirine karıştığı bir referandum sürecini geride bıraktık dedik. Propaganda döneminde meydanlarda konuşulan ağırlıklı konuları hatırlayınız. Onu geçtik, oy kullanan seçmenin yüzde kaçı anayasa değişiklik paketini inceledi, okudu ve anladı? Neye göre oy kullanıldı, aslında Türk halkı neyi oyladı? 
*** 
Referanduma bir ay kala (12 Ağustos) Ordu İHA’nın yaptığı bir haber aklımdan çıkmaz. Haberin başlığı şöyleydi: 
BOL PALAMUT BEKLEYEN BALIKÇILAR REFERANDUMDA "EVET" DİYECEK 
Haber metinden alıntı yapalım: “1 Eylül'de açılacak balık sezonu için son hazırlıklarını yapan Karadenizli balıkçılar, bu sene bol palamut olacağının işaretini aldıklarını belirterek, 12 Eylül'de yapılacak olan referandumda "Evet" diyeceklerini açıkladı.” 
Gazetecileri karşısında gören balıkçı hızını alamamış ve Anayasa Değişiklik Paketiyle ilgili şu analizi de yapmıştı: “Afiyetle bol bol taze balıktan yiyeceğiz. Balıkçılar olarak biz de referandumda 'evet' diyoruz çünkü şartları görüyoruz. Türkiye'nin düzenini görüyoruz, huzur görüyoruz. Allah'ın izniyle Türkiye balıkçılığı da daha iyi olacak ve biz halkımıza bol bol balık yedireceğiz. Elimizden geleni Türkiye balıkçısı olarak tayfamızla, kaptanlarımızla mücadele edeceğiz” 
*** 
Dün seçim sonuçlarını takip ederken Ordu Fatsa’daki bu balıkçı aklıma düştü. Ülkenin plajlı sahil şeridi anaysa değişikliğine hayır derken, bu sahil kıyısı ne demişti diye merak ettim. Fatsa’da evet oylarının oranı yüzde 60. Balıkçıların da istediği gibi sandıktan evet çıktığına göre, bol palamutlu günler bizi bekliyor demek ki… 
Afiyet olsun! 

(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

6 Eylül 2016 Salı

NO WAY TO COUP!

We will not renounce from Democracy the National Willpower.
Turkish Nation have claimed their willpower, future, democracy, President and all political parties at July 15th night against coup attempt of a traitor group inside the army.
Turkish Nation say Stop! to the coup attempt, invasion plan of a traitor group with military uniforms and dark ambitions of enemies however people show an example of peerless struggle and made history. We remember the martyrs of democracy who made shield their chests to military tanks, and we want to send our thankfulness to our gratitude to our veterans.

As written in our National Anthem ‘Don’t Afraid!’ This huge nation didn’t afraid and we proud of with each people in Turkey.
For many years FETÖ (Gulenist International Terroristic Organization) lived as a poisonous ivy surrounding the state and the people. At 15th of July the real target of Gulenist terroristic organization - destroying nation and state- came in to the open. Turkish Nation has reversed this dark target.
People fill the streets at 15th July night and they did not leave empty the squares against military tanks and other attacks. People stand on during 27 days in name of ‘democracy duty’ and also industrial representatives contributed this duty as well.
We know very well that the flowers open only in a democracy, plants only get green in democracy. Without democracy oxygen plants are doomed to fade. And we also aware of our development as industry is possible with democratic situation with strong financial situation in a stable political order. We can not accept the military violence instead of National Willpower.
For our future and even for our sector, we will not give up the National Willpower and democracy.

No way to coup! 
(PLANT Magazine No:20 / Editorial)

DARBEYE GEÇİT YOK!

Demokrasiden, milli iradeden geri dönüş yok.
15 Temmuz gecesi bu millet kendi iradesine, geleceğine, demokrasisine, Cumhurbaşkanına ve tüm siyasi partilere sahip çıktı.
Cuntaya, darbeye, asker üniformasına gizlenmiş hain çetenin istila planlarına, karanlık emellerine ‘dur’ diyen Türk Milleti tarihe geçen bir mücadele örneği gösterdi. Tankların karşısında göğsünü siper ederek, kendi canını hiçe sayan demokrasi şehitlerimizi şükranla anıyoruz. Gazilerimize minnet duygumuzu sunuyoruz.
Milli şairimizin İstiklal Marşı’nda seslendiği gibi ‘korkmayan’ bu büyük millet sadece ve sadece bizim, hepimizin göğsünü kabartabilir. 

Yıllarca zehirli bir sarmaşık gibi devleti saran FETÖ terör örgütü, 15 Temmuz akşamı gerçek niyetini ayan beyan ortaya koyarak bu vatanı, bu milleti ve Cumhuriyet’i yok etmenin hesabını yapmıştır. Türk Milleti’nin sağlam iradesi bu karanlık hesapları bozmuştur.
15 Temmuz gecesinde, milletin olan meydanları dolduran halk, tanklara geçit vermeyerek meydanları boş bırakmadı. 27 gün boyunca meydanlarda demokrasi nöbeti tutan milletimize elbette sektör temsilcilerimiz de katkı sağladı.
Başta İstanbul Ağaç ve Peyzaj A.Ş ile Ankara ANFA kurumları ile sektördeki firmalar ve belediyelerin park bahçeler müdürlükleri çalışanları demokrasi nöbetlerine büyük bir bağlılıkla iştirak ettiler. Hepsine sektörümüz adına tek tek teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Biz, şunu çok iyi biliyoruz ki; çiçekler ancak demokrasilerde açar, bitkiler ancak demokrasilerde yeşile bürünür. Demokrasi oksijeninden mahrum kalmış bitkiler solmaya mahkumdur… Ve biz, sektör olarak şunu çok iyi biliyoruz ki, sektörümüz ancak demokraside, ancak güçlü ekonomik ortamda, ancak istikrarlı siyasi düzende büyüyebilir.
Demokrasi bizim sektörümüzün en önemli can suyudur. Demokrasi’nin sekteye uğratılmış olmasını düşünmek dahi istemiyoruz. Milli iradenin yerini askeri yönetimin almış olmasını asla ve asla kabullenemeyiz.
Geleceğimiz için, sektörümüz için demokrasiden, milli iradeden vazgeçmek yok.

Darbeye geçit yok!
(PLANT / 20. sayı editör) 

1 Eylül 2016 Perşembe

BELEDİYE OTOBÜSÜ İLE TAKSİ ARASINDAKİ

Aslında soru çok basit; belediye otobüsü ile taksi arasındaki fark nedir? Temelde her iki araç da vatandaşın ‘hareket’ özgürlüğüne yardımcı olmak için vardır. Ancak oluşturulmuş olan iki yapı arasında büyük farklar olduğu bilinir. Taksi paranız dahilinde keyfin kahyası istediği yere giderken belediye otobüsünde bu pek mümkün değildir. Yine de üstüne biraz daha fazla para veriyorsunuz diye taksi de en nihayetinde sizin şahsi aracınız değildir. Onun sahibi de şofördür ve onun çizdiği sınırların dışına çıkamazsınız. Belediye otobüsünde ise temelde toplumsal kuralların korunması daha büyük önem arz eder. Otobüs içerisindeki her bir yolcunun yaşam alan hakkı vardır ve insani hakları saklı tutulur. Başta belediye otobüs şoförü de yolculara karşı büyük bir sorumluluk sahibidir.
Belediye otobüsünde yolculuk eden hiçbir kimse, ‘kardeşim beğenmiyorsan taksiye bin’ diyerek toplu taşıma aracından yoksun bırakılamaz.
Örnek ise, şoförü hız limitini aştı için uyaran yolcuya ‘sen de taksiye bin yumuşak yumuşak git’ diyemezsiniz.
Örnek 2 ise, hamile, yaşlı ve sakat bir yolcuya yer vermeyip ‘ben oturdum sen de taksi kullan, koltuğu ilk gelen kapar’ diyemezsiniz.
Örnek 3 ise, belediye otobüsünde bangır bangır müzik dinlendiği zaman, ‘ben istediğimi dinlerim, beğenmiyorsan taksiye bin’ denilemez.
***
Bu kadar boş lakırdı etmemin sebebine gelince…
Sanırım artık günümüzde herkes internet üzerinden sosyal paylaşım ağalarını kullanıyor. Onlardan Türkiye’de en popüler olanı da facebook. Facebook’taki sosyal paylaşım gruplarını bilirsiniz. O grupları belediye otobüslerine benzetirim. Bir dolu insan aynı araca biner ve belli bir hedefe doğru yolculuk edilir. O belediye otobüsünün şoförü de grubun kurucusu olan kişidir. Otobüs içerisindeki kuralları belirler; aynı zamanda yolcuların taleplerini ve şikayetlerini de gözden geçirmek zorundadır. Toplumda birlikte yaşamanın ana prensibi budur; sanal ortam da olsa bu kural temelde değişmez.
***
Ancak, dün sabah facebook’ta bir grup yöneticisiyle (şoför) kavgaya tutuştuk. Ben grubun bir yolcusu olarak kendisine yönelik ‘eleştirim’ oldu. Grup şoförünün benim eleştirime yönelik tavrı çok ilginçti; “Beğenmiyorsan ayrıl!!!!”
***
Böyle bir tavır beni çok şaşırtmadı aslında. Toplumsal bir hastalık boyutunda sürdürdüğümüz bir yapı bu. O kadar ki, ‘Ya sev, ya terk et’ diye bir slogan bu topraklarda yıllarca söylendi. Değişiklik isteyen, uyarıda bulunan, daha iyi için mücadele etmek isteyen her kesimin istekleri ‘kardeşim beğenmiyorsan git’ diyerek kulak arkası edildi, ediliyor ve korkarım edilmeye de devam edecek.
***
Facebook şoförü ile aramızda geçen küçük tartışmayı sizler için özetleyeyim.
Sabah kahvemi yudumlarken en büyük zevkim facebook sayfama göz atmaktır. Sakarya Rock Etkinlikleri adını taşıyan ve benim de üye olduğu grubun, Radyo Mega’nın sayfasını beğendiğini gördüm. Radyo Mega ile bir problemim yok tabiî ki. Herkes istediği müziği dinleye bilir, ama arabesk çalan bir radyo istasyonunu Rock müzik dinleyicisine hitap eden bir grubun beğenmesi tuhaf bir durum. Bunun üzerine ben de konuşma özgürlüğümü kullanarak, ‘Oldu olacak KRAL FM’i de beğenin, tam olsun. Biraz Rock ile alakalı işler yapmaya ne dersiniz?’ diye yorum yazdım.
Yorumumu yaptım ve Rammstein’in İstanbul konser görüntüleri eşliğinde güne hazırlanmaya devam ettim. O esnada grubun yöneticisi (şoför), ‘yazdığınız yorumlara dikkat edin’ diye mesaj attı. Ben ilk başta iplemedim. O yazmaya devam etti; açıklamasını yapmak istedi. Bir arkadaşı radyoda işe başlamış onun için ‘beğendi’ tuşunu tıklamış. Bana ne!!! Kendi kişisel sayfandan beğen, neden Rock müziğe hitap ederken arabesk çalan radyoyu beğeniyorsun, kıvamında bir söz söyledim. Karşı taraftan tarihi cevap geldi: “Beğendim kardeşim, istemiyorsan ayrıl gruptan.”
Kimin ayrılması gerekiyor acaba…


KIRKPINAR POPCORN AKŞAMLARI

Sapanca Belediyesi’nin nazik davetini değerlendirerek 4. Kırkpınar Sanat Akşamlarına katıldık. 3 yıldır çeşitli sebeplerden dolayı katılma imkanı yakalayamadığımız etkinlikleri bu yıl yakından takip etmeyi planlıyoruz. Çok başarılı organizasyonlar yapıldığını belirtmeye gerek yok sanırım. Bu hususta emeği geçen herkese sanat sevenler adına teşekkür etmeden geçemeyiz.
Cuma akşamı Can Gürzap ve Nurseli İdiz’in başrollerini paylaştığı Evliliğe Gelince isimli oyun başarılı bir performansla sahnelendi.

Aslında, açık havada tiyatro izlemeye alışık birisi değilim. Cuma günü izlediğim oyun bugüne dek açık havada izlediğim ikinci oyundu.
Ancak ilkini unutmam mümkün değil… Bu vesileyle o oyunu tekrar hatırladım. 1999 yılında İzmir Bornova parkı içerisinde ‘Gurbet Kuşları’ diye bir oyunu izleme şansını elde etmiştim. İlyas Salman’ın oynadığı oyun, daha sonra İsveç’e yapacağım seyahatte hiç aklımdan çıkmadı. İsveç’ten koşa koşa sevgili vatanım Türkiye’ye geri dönmemde o gece yıldızlar altında izlediğim İlyas Salman’ın ‘Gurbet Kuşları’ oyunun etkisi çok büyüktür.
***
Ilık rüzgar esintisiyle yıldızların altında sahnede yıldızları izlemek Kırkpınar’da mükemmel bir his. Daha önce görme şansım olmayan sahne ve salon harika bir durumda. İzleyicinin görüş alanı mükemmel, sahne oldukça geniş ve rahat oyun sahnelenecek bir yer. Oyuncuların yaka mikrofonu kullanması iyi düşünülmüş bir hareket, dış seslere rağmen seyircilerin konsantrasyonu bozulmuyor.
Ancak yüksek sese rağmen sıkıntı yaratan tek konu, salon içerisindeki patlamış mısır makinesi. Her ne kadar üstü açık da olsa Kırkpınar Açık Hava Tiyatrosu da bir salon ve tiyatro salonu içerisinde kafeteryaya ilk defa rastladık. Üzücü bir durum… Perde arasında çalıştırılan patlamış mısır makinesi ikinci perdenin ortasına kadar ses çıkartmaya devam ediyor. Kafenin buzdolabı ise oyun boyunca susmak bilmiyor.
Sanırım organizatörler bu durumu dikkate alacak ve kafe bölümünü salonun dış tarafına taşıyacaktır. Böyle bir vaziyet gösterilerde ara verildiği zaman salon çıkış ve girişlerindeki yığılmayı da önleyecektir.
(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

31 Ağustos 2016 Çarşamba

BELEDİYE BEDAVA OVERLOKÇU TUTSUN

Benim gibi geceleri uyanık olup da sabahları birkaç saat uykuyla yaşamını idame ettirenler için bu şehir tam bir işkence. 
Sokak köpekleri ve onların yüksek desibel müzik korusundan hiç söz etmeyeceğim. Sokak Hayvanları Geçici Bakım Barınağı açıldığı için söz söyleme hakkımız yok. Şimdi bekleyip görelim. Umudumuz önümüzdeki yerel seçimlerde sokak hayvanları sorunumuzun kalmaması. 
Sabahları uyumak konusuna gelince… Böyle bir durum tam bir işkence. (Bu ara Ramazan olduğu için simitçimiz gelmiyor ama onu da pas geçmeyelim.) Önce yumuşak ses tonuyla ‘simitçiyaaaaa!!!’ amca gelir. 15 dakika onun anonsuyla yatakta debelenirsiniz. 
Tekrar uykuya dalmaya başladığınız anda bu kez ses sitemiyle iyi donatılmış bir ‘patatesçi’ sokağınızı çınlatır. Patatesssss, soğannnnnnnn!!!!!! 
Yataktan fırlar, sağlam bir küfür basarsın. Camı, kapıyı kapatıp tekrar yatış pozisyonuna geçersiniz. 
Birazcık rahatlamış gibisinizdir. Bu lük fazla uzun sürmez. Az sonra ‘5 dakika overlokçusu’ kapınıza dayanır. Halı kenarlarına overlok yapılır, 5 dakikada yapılır hemen teslim edilir… 
En iyisi duş alıp işe gitmek… 
*** 
Şehrime Sahip Çıkıyorum diye bir proje vardı. Bu projeye bedava olevrok hizmeti dahil edilse de vatandaşlar ‘5 dakika overlokçu’ işkencesinden kurtulsa nasıl olur? 
SESOB, Büyükşehir, SATSO vesaire bununla ilgilenir mi acaba… 

*** 

YARGI REFORMU KİME LAZIM? 

Hala soğukkanlılığını koruyarak ve ‘aptalım ben’ maskesini yüzünde taşıyarak cezaevi arabasına doğru ilerliyordu. 
O kadını televizyonun mavi ekranında her gördüğümde kanım donuyor. 
Çorlu’da yaklaşık 16 ay önce işlenen korkunç cinayetten bahsediyorum. Bir anne 6 yaşındaki çocuğunu dostuyla birlikte öldürdü. 6 yaşındaki Muhammed’i öldürmelerinin sebebi ise kuvvetle muhtemel yavrucağın annesi ve dostunun ilişkisine tanık olması. 
Olay daha sonra Çorlu’da 6 yaşında çocuk kayıp, diye TV’de kadın programlarına taşındı. Müge Anlı olayı eşeledikçe işin rengi değişti. İşin rengi değiştikçe korkunç cinayet ortaya çıktı. 6 yaşındaki Muhammed annesi ve sevgilisi tarafından öldürülmüş ve cesedi bir tarlaya atılmıştı. 
O dönemlerde işsiz olduğumuz için Muhammed Fırtına cinayetinin nerdeyse bütün ayrıntılarını yakinen takip ettik. Dün sabah katil Dilber Fırtına yeniden hakim karşısına çıktı. Televizyonda Dilber’in cezaevi arabasına doğru gelişini izlerken bu davanın neden hala uzadığını düşündük. 
Dilber, kendi küçük beyin zarının zorlamasıyla bir cümle kurdu: “Adli Tıp Raporu gelecek.” Ulan Adli Tıp Raporu gelse ne olacak? Karakolda ve TV ekranları karşısında cinayeti işlediğini kabul eden iki kişi var. 
İfadelerin ardından olay mahkemeye intikal etti. Nisan 2009 yılında yaşanan olayda daha sonra mahkeme süreci başladı. Ben bile kaç aydır mahkemenin sürdüğünü hesaplayamıyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki, dün yapılan davada Dilber 5. kez hakim karşısına çıktı. Aşağı yukarı 15 aylık bir yargılama süreci var. Ve gelinen bir nokta yok. Bir sonuç yok. Hala mahkemeye Adli Tıp Raporu’nun ve bazı eksik evrakların gelmesini bekliyoruz. 
Adaletin bu mu Türkiye dedirten bir durum… 
Başlığımızda sorduğumuz soruyu tekrarlayalım? Yargı reformu kime lazım? Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yı dize getirip kendi büyüklüğünü göstermek isteyen AKP iktidarına mı? Yoksa Adalet Sarayı koridorlarında aylarca o evrak gelecek, bu belge eksik diye diye ve döne döne adalet arayan vatandaşlara mı? En basit adli yargılanmalar bile aylar sürüyor. Vatandaşın adalete olan güveni sarsılmış durumda. Zaten sağlam değildi. Bu konuda ciddi bir çalışma yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Adaletteki bu düzeni AKP bozdu demiyoruz, ama AKP düzeltmek için bir şey yapmıyor. Kendi işine gelecek olan Anayasa Mahkemesi ve HSYK düzenlemesini, vatandaşın işine gelecek Yargı Reformu haline dönüştürmeli. 
Aksi durumda memlekette demokrasi duygusu yerine idam isteği yeşermeye devam edecek.

(Bizim Sakarya Gazetesi / Arşiv)

30 Ağustos 2016 Salı

BAY-KAL’MA, GİT!

Haddimiz değil ama küçük bir rol çalalım; bugün CHP İl Başkanı Vahit Serbes’in yerinde olsaydım nasıl davranırdım? Muhtemelen Deniz Baykal’a git, derdim. Bay-Kal’ma git. Artık git! Olumlu bir sonuç, son derece olumsuz bir yolla elde edilmiş oldu. Ama sonuçta, yıllardır CHP tabanın, sosyal demokrat kesimin, solun beklediği değişimin zamanı geldi. 
Bugün, CHP İl Başkanları bir araya gelerek hafta sonu yapılacak kurultay öncesinde Genel Başkanlık için adaylık konusunu netleştirecekler. Genel eğilim il başkanlarının Deniz Baykal’a ‘geri dön!’ çağrısı yapacakları üzerinde. Benim en iyimser beklentim il başkanlarının, iyi hazırlanmış bir metinle birlikte ‘anlayana kaset saz, anlamayana yüzde 46 az’ diyerek Deniz Baykal’a kendi hanedanlığının bitmesi gerektiğini anlatmaları. Ama bu beklenti büyük bir olasılıkla boşa çıkacak. Çünkü o Deniz Baykal hanedanlığının bir parçası da bizzat il başkanlarının çoğunluğunu oluşturuyor. 
*** 
Bu satırlar PC ekranında şekillenirken CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkanlık için adaylığını resmen açıkladı. Şimdi il başkanlarının üzerindeki sorumluluk daha büyük. Bugün il başkanları ‘ya tamam, ya devam’ kararı verecekler. Ya kısırdöngü siyaseti üreten bir CHP devam edecek ya da ‘yeni sol’ eğilimlerden yararlanarak Türkiye’nin ihtiyacı olan taban siyaseti yapacak bir CHP için karar verilecek. 
Öte yandan, Deniz Baykal’ı yeniden siyaset arenasına çekmek, Türk siyasetinde ‘yatak’ muhabbetine zemin hazırlamak demektir. Zira ‘ben o konuya girmeyeceğim’ diye mahallenin namuslu delikanlısı izlenimi uyandırmaya çalışan Başbakan Erdoğan, miting alanlarında ‘yatak odası’ konuşmalarına şimdiden başladı bile. İzmir’de ve Atina dönüşü uçakta gazetecilere söylediği sözler Erdoğan’ın yaz boyunca referandum mitinglerinde ‘yatak odası’ muhabbeti yapacağının bir göstergesi. 
*** 
Son yerel seçimlerde iyi bir sıçrama sağlayan CHP’nin genel seçimlere yenilenmiş bir üst kadro ile gitmesi partideki başarıyı güçlendirir. Görünen o ki, CHP’de yeniliğin iki önemli ismi olan Kemal Kılıçdaroğlu ve İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in bu değişim hareketi için güçlü bir desteğe ihtiyacı var. 
Değişim herkesin özlemi diyen Tekin, İstanbul İl Kongresi sonrasında Newsweek’e verdiği röportajda hafta sonu Ankara’daki kurultayda büyük farkların yaşanacağının ipucunu veriyor adeta. Tekin’in sözleri umut verici: “Değişim sadece CHP'lilerin değil, herkesin özlemi ve CHP bu değişimi sağlayacak. (…) Sosyal demokratsınız ama dindarlarla, Kürtlerle aranızda mesafe var, ne kadar ayıp bir şey. Kaldı ki, geçmişte en çok oyu, bugün kentin çeperi dediğimiz ve belli bir partiye angaje gördüğümüz o insanlardan almışız. İstanbul'daki anlayışı bütün illere yaymalıyız. Genel merkezde ciddi bir çalışma var. 22 Mayıs'taki kurultayda yepyeni bir anlayış ortaya çıkacak. Partideki örgütlenme yapısı değişecek, temel sorunlarla ilgili Türkiye'ye bir vizyon sunulacak. Benim beklediğim CHP, bu.” 
*** 
Ötekileştirilmiş kesimi kucaklayacak, ezilenlerin umudu olacak ve Türkiye’de ‘değişim’ kriterine katkı sağlayabilecek bir CHP, sandıktan güçlenerek çakacaktır. Kılıçdaroğlu ve Tekin ikilisinin İstanbul’da sergiledikleri başarılı politikaların bütün yurda yayılmasıyla da CHP’nin iktidarı yakalaması muhtemel görünmekte. 
İşte tam da bu noktada il örgütlerinin değişime inanmaları gerekiyor. Ve değişimin ilk halkası bugün il başkanları toplantısında başlayacak. Vahit Serbes de delegeleri ve güçlü Deniz Baykal hanedanlık yapısını düşünmemeli. Değişime, evet diyerek Kılıçdaroğlu’na destek vermelidir. Kılıçdaroğlu’nun basın toplantısında sarf etiği şu sözler anlamlı: “Halka umut vermeliyiz. Halkımızın oylarıyla iktidara gelmek için hazırlıkları başlatmalıyız. Herkesi parti sorumluluğu ile davranmaya davet ediyorum.” 
*** 
Başında söylediğimiz gibi, olumlu bir sonuç son derece olumsuz bir yolla elde edilmiş oldu. Ancak, Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olması bütün olumsuzlukları silecektir. İşte bunun için bugün Vahit Serbes’in de Baykal’a git, demesi gerekiyor. 

(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

29 Ağustos 2016 Pazartesi

GÖÇMEN OLMAK!

Sürekli yuvarlanan bir taş gibi neredeyse hiç yosun tutamamak, hiç yer edinememek demektir göçmen olmak. Sürgün geçmişinden kalan yaralarının yer yer kanamasıdır göçmen olmak. Mutlusundur ama hep içinde bir sızı, hep içinde bir acabayla yaşarsın.
Önce ayakta durmak için çabalarsın; yaşama tutunmak için çalışırsın. Sonra… Zaman artık dönmek için çok geç, kalmak için ise erken olmuştur. Doğdun öz vatanın yabancı, yabancı vatanın öz yuvan olmuştur.
Hiçbir kimseyi tanımadan göç ettiğin şehirde gün gelir selam vere vere yürürsün yollarında. Yeni doğumlar hayat verir göçmen ailesine. Ve nasıl olduğunu anlamadan mezarları doldurmaya başlarsın bir bir… İşte o günde artık her türlü karar için geçtir. Neresi vatan, neresi sıla duygular birbirine karışır.
***
Zor zanaattır göçmen olmak. Bir o kadar zor iştir göçmen çocuğu olmak. Asıl sizin istikbaliniz için göç edilmiştir; yeni yurtlar bulunmuş, yollara düşülmüş, sınırlar aşılmıştır. Ve bir gecede sizin bütün hayatınız değişmiştir. 89 ve sonrasında bu düşünceyle, ‘çocuklarımız daha iyi yaşasın’ diye İskandinavya kıyılarından Anadolu bozkırlarına kadar tüm Avrupa kıtasına ve hatta Kanada’dan, Amerika, Avustralya’ya dağıldık. 

Bulgar asimilasyon baskısından kurtulmak isteyen Bulgaristan Türkleri yeni nesli çil yavrusu gibi dağıttı. Kimimiz Kopenhag’ta kimimiz Isparta’da yeni yeni yaşamlara sarıldık. Birbirimizden kopuk ama Türklük bilinciyle ve yurdumuz Balkan topraklarına sorumluluğumuzla yaşamaya devam ediyoruz.
***
21 Ağustos 1989 gecesi sınırın kapanmasına dakikalar kala Türk ana topraklarına giriş yapmış göçmen bir ailenin 9 yaşındaki korkak göçmen çocuğu olarak bütün hayatım boyunca hep o kırılma anını düşündüm. O gece o sınır geçilmese ne olurdu? Yaşamım nasıl olurdu? Şimdi nerelerde olurdum?
Sadece 9 yaşında olmama rağmen hep hayalini kurduğum Türkiye’ye nihayet kavuşmuştum, kavuşmuştuk… Ama asıl zorluk bundan sonraydı. Özlemini duyduğun bir Türk yurdu, ama yaşam biçimini hiç bilmediğin bir ülke. İçten bir sevdayla sevdiğin Türkiye, ama yaşama sistemini hiç bilmediğin bir ülke. Görmeden çok sevdiğin bir Türk halkı, ama senin hiç bilmediğin etnik ayrılıklar… Bunları bir çırpıda algılamak, kabullenmek ve yaşamına adapte etmek kolay değil. Uzun bir mücadele süreci; “Ben Bulgar değilim, Bulgaristan Türküyüm”, “Bizimkiler oraya gitmemiş, biz Osmanlı döneminde Balkanlara yerleştirilen Türkmen kıyı boylarının torunuyuz”, kibrit kutusu kadar inşa edilmiş gettolarda kendi paranla satın aldığın evi devletin hediye etmediğini anlatma çabası… gibi gibi…
Toplumun bütün ön yargılarına ve bilgisizliklerine rağmen Türkiye’de göçmen olarak yaşadık; sadece vatanımıza bağlılık gösterip sadece çalıştık, çok çalıştık… Kimsenin tavuğuna kış demedik ama kimseye de boyun eğmeden kendimizi kabul ettirdik.
***
Dedim ya ‘sınırı geçmesek ne olurdu’ sorusu kafamda dolanıyor. Bugün ise geldiğimiz nokta gönül kırıcı! Türkiye’nin göç sorunu bizim üzerimizden tartışılıyor. Suriyeli mültecilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesine argüman olarak seçilmek biz Balkan göçmenlerini yaralıyor. Bu noktaya gelmemiz oldukça can sıkıcı.
Biz, öz Türk olarak anavatanımızda sadece göçmen olduk, göçmen gibi yaşadık. Ne bir sokak köpeğini tekmelerle öldürdük, ne yerleşik ahaliyle kavga ettik, ne de bomba yaparken bombayı elimizde patlattık…
Çünkü göçmen olarak yaşamak kavga etmek, yasa dışı işlere buluşmak değildir. Göçmen olmak yaşam mücadelesi vermektir, ayakta kalabilmektir.
Savaştan kaçtıkları için hayat mücadelesi vermeye çalışan Suriyelilerin birçoğunun agresif tavırları ise hiç de göçmen kimliğine uymuyor. Yerleşik topluma ayak uydurmak yerine kendi kültürünü zorla kabullendirmek göçmene yakışır iş değil!
Biz, Bulgaristan Türkleri sadece onurumuz ve ismimiz için yaşarız.
Eğer katil, hırsız, dilenci, asalak gibi yaşamayı kabul etmiş bazı Suriyelileri vatandaşlığa geçirmek için örnek gösterileceksem ben vatandaşlığımı bırakmaya hazırım! 
(Ajans Bulgaristan / 12 Temmuz 2016) 

27 Haziran 2016 Pazartesi

İLK OLMADI EN BÜYÜĞÜNÜ VERELİM!

Bizim siyasetçilerin takıntılı bir yönetim anlayışı var. Takıntılı diyorum; çünkü bazı kelimeleri sürekli ağızlarında görürsünüz. Bir sakın gibi dolan da dolandırırlar; İlk… büyük… uzun… geniş… Bu da yetmez ‘en’ gelir sıfatların önüne; En büyük… En uzun… En geniş…
Hele ki, bir şeyin ‘ilk’ olması en önemlisi. İlki yakaladığınız anda sizden iyisi yok! İlk olsun gerisi önemli değil. İçeriği, işlevliği, faydası görmezden gelinir ilk olmanın sevinci yaşanır sadece. O yüzdendir ki, memlekette alt yapısı tamamlanmadan bir dünya ‘ilk’lere temel atılmıştır.
Memlekette ilki yakalayamayan siyasetçiler hep zor duruma düşmüştür. İlk olmanın fırsatını kaçırmış, tarihe nasıl geçeceğinin hesabını yapmaya başlar. İşte tam da bu noktada ‘en’ devreye girer. İlkini yapamıyorsan, ‘en’ini yapacaksın.
İlk köprüyü yapamadın mı, en köprüyü yap. En uzun köprü sende olsun.
İlk yolu yapamadın mı, en yolu yap. En geniş yol sende olsun.
İlk otogarı yapamadın mı, en otogarı yap. En büyük otogar sende olsun.
Bir de küçük şark kurnazlıkları yaparak ‘ilk’i yakalamaya çalışanlar vardır. Zaten var olan bir binayı küçük bir restoreden geçirip yeniden açanlar. Yıllar önce faaliyete açılmış parkın adını değiştirerek yeniden hizmete sokanlar. 40 yıllık Kani’yi Yani yapanlar…
***
Bu ‘takıntılı’ yönetim biçimine geçen günlerde Serdivan Belediyesi’nde rast geldi. Hem güldüm hem de üzüldüm.
Bir vesileyle Serdivan Belediyesi’nin resmi internet sitesini dolaşırken şöyle bir ifadeye denk geldim: “Türkiye’nin ilk tematik parkı Zaman Park”
Yapmayın, böyle şeyler yapıp kendinizi güldürmeyin!
Türkiye’nin ilki, deyince çok şık duruyor di mi? Evet, ama olayın gerçekliği doğruluğu ne olacak. İddianın büyüklüğüne bakar mısınız? Türkiye’de ilk… Sakarya değil, Adapazarı değil, Serdivan değil Türkiye’nin ilki… Bu kadar kolay olabilir mi? Türkiye’de ilk olmak bu kadar kolay olabilir mi? Bu ilk Serdivan’a kalır mı?
***
Her şey bir kenara ‘tematik’ kelimesinin kullanımı doğru değil. Peyzaj mimarlığında kabul gören kullanım ‘tema park’tır. Kelimenin doğru kullanımı da zaten ‘tema’dır. Yani ‘konu’.
Türkiye’nin kabul görün ilk tema parkı ise İstanbul’daki Tatilya’dır. Bugün en büyük ve bazı görüşlere göre ‘ilk’ olan tema parkı ise yine İstanbul’daki Vialand’tır.
Belki Serdivan Belediyesi ‘tema’ park kullanımı yaparken ticari / eğlence görüşünde değildi diyeceğim. Ama yine Türkiye’nin ilk tema parkı olamaz Zaman… Ankara’da 1943 yılından bu yana dimdik ayakta duran bir gençlik temalı Gençlik Parkı var. Oldukça büyük Harikalar Diyarı var. Konya’da Kelebekler Vadisi var. Gaziantep’te Fıstık Park var mesela Antepfıstığını konu alan.
***
Aynı sitenin verilerinden anladığımız kadarıyla Serdivan’daki Zaman Park 4 bin metrekare büyüklüğünde ve tema olarak çocuklara gezegen sistemi ve evreni tanıtmayı amaçlıyor.
Düşünce pek güzel; hiçbir belediyeyi neden park yaptınız diye eleştirecek değiliz. İçerisinde 18 tane ağaç var diye adına ‘orman’ denilmesine rağmen…
Biz zadece ‘şekil’e takıldık.
Küçük bir çocuk parkından büyük reklam yapmak isteyenlere lafımızı söyledik. 
(17 Haziran 2016)

2 Haziran 2016 Perşembe

BASKETBOL BU KAPAĞIN ALTINDA

Çarşamba akşamı Beşiktaş – Efes Pilsen maçını TV’de anlatan sunucu, maçı kapatırken, biraz hüzünle karışık olarak Efes Pilsen Basketbol Takımına yürekten teşekkür etti. “Teşekkürler Efes Pilsen, 30 yıldır Türk basketboluna kattığın değerden dolayı sonsuz teşekkürler!” cümlesi milyonlarca basketbolseverin son birkaç gündür yaşadığı travmatik durumun tercümanı oldu adeta. 
Evet… Binlerce, milyonlarca kez sana teşekkürler Efes Pilsen! Türkiye’de Efes Pilsen markasının birçok karşılığı var belki. Ama son 20 yıldır tek bir gerçek var; bu ülkede basketbol demek, Efes Pilsen demek. 


*** 
Basketbolun dev ismi Efes Pilsen tarih olmak üzere… Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu (TAPDK) yeni bir yönetmelik taslağı hazırladı. Bu taslak kabul edilirse alkollü içecek firmalarının spor kulüplerine sponsorluk yapması yasaklanacak. Gerekçe; gençleri alkolden uzak tutmak. 
*** 
Bu hükümet, gençleri sigaradan uzak tutmak için kapalı mekanlarda sigara içmeyi yasakladı. 
Şimdi Çark Caddesinde hizmet veren cafelerde sigara içilemiyor. Cafe esnafı kriz üstüne kriz yaşıyor. Ama sorun değil, gençler sigaradan uzak duruyor. (!) 
Bu hükümet, gençleri sigaradan uzak tutmak için kıraathanelerde sigara içmeyi yasakladı. 
Şimdi 40 yıllık kıraathane esnafı kepenk kapatma noktasına geldi. Ama sorun değil, gençler sigaradan uzak duruyor. (!) 
Bu hükümet, gençleri sigaradan uzak tutmak için barlarda sigara içmeyi yasakladı. Şimdi eğlence mekanları sinek avlıyor. Ama sorun değil, gençler sigaradan uzak duruyor. (!) 
Bu hükümet gençleri sigaradan uzak tutmak için TV’de sigara görüntüsüne mozaik attırıyor. Şimdi TV’de bütün filmleri içine edilmiş bir vaziyette izliyoruz. Ama sorun değil, gençler sigaradan uzak duruyor. (!) 
Şimdi hükümet, gençleri alkolden uzak tutmak için Türk Basketboluna en büyük katma değeri sağlayan Efes Pilsen’i kapattıracak. Ama önemli mi? Değil… Hiç önemli değil, çünkü bu kafa yapısı bu sayede gençlerin alkolden uzak duracağını düşünüyor. 
*** 
Efes Pilsen’i 90’lı yılların başından bu yana takip etmeye çalışıyorum. Efes Pilsen’e karşı çok büyük bir gönül bağım vardır. Ama bugüne kadar tek bir damla birayı Efes Pilsen taraftarı olduğum için içtiğimi hatırlamıyorum. Ne de etrafımda bir tek kişiyi Efes Pilsen basketbolda başarı kazandığı için biraları yuvarladığını görmedim. 
*** 
Bir basketbol fenomeni olan Petar Naumoski’yi Türk Basketboluna kazandıran Efes Pilsen’dir. 
90’ların başında İtalya’da Benetton takımının tesislerinde harıl harıl çalışan basketbolcuları Efes Pilsen desteklemiştir. O inanmış kadro Efes Pilseni daha sonra başarıdan başarıya koşturdu ve Türkiye’de basketbolun temelini attı. O kadroya inanan sponsor Efes Pilsen’di. 
1996 yılında Tamer Oyguçlu, Ufuk Sarıcalı, Mirsat Türkcanlı, Murat Evliyaoğlulu, Hüseyin Beşoklu unutulmaz kadrosuyla Türkiye’ye Koraç Kupasını getiren Efes Pilsen’dir. 
Euroleague’de 2 kez final-four oynayan takım Efes Pilsen’dir. Ve final-four’da üçüncü olan takım Efes Pilsen’dir. 
Basketbol Milli Takımı 12 Dev Adamın iskeletini oluşturan takım Efes Pilsen’dir. 
Bugün Beko Basketbol Liginde iyi oyun oynanıyorsa bunu yine Efes Pilsen’e borçluyuz. 
*** 
Efes Pilsen sadece bira demek değildir. 
Efes Pilsen, Paris’te son oynanan Final-Four’da sponsor olmak demektir. 
Efes Pilsen sadece bira demek değildir. 
Efes Pilsen, İstanbul demektir. Türk liginin en iyi İstanbul basketbol takımı demektir. 
Efes Pilsen sadece bira demek değildir. 
Efes Pilsen, Ağustos ayında başlayacak olan 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasının Türkiye’ye gelmesini sağlamak demektir. 
*** 
Efes Pilsen kapanırsa kaç genç alkolden uzak durur bilemiyorum. Ama Efes Pilsen kapanırsa binlerce genç basketbolla tanışamaz. Çünkü o kapağın altında basketbol var.
(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV) 

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...