31 Mayıs 2016 Salı

GAZA GELDİ AŞK!

En sonunda dayanamadım, boynumdaki ince atkıyla bütün yüzümü sardım. Atkım ince kumaştan, bordo renginde olmasına rağmen Peşmergeye benziyordum.
Gazdan kıpkırmızı olmuş gözlerim kısılıyor ve istem dışı sulanıyordu. Kaşınıyor… Parmaklarımı hızla gözüme doğru yolluyorum…
Elimi tuttu! ‘Yapma’ dedi. O da ağlıyordu…
***

Oysaki daha ilk buluşmamızdı. Gazın yoğunluğundan sürekli renk değiştiren göz bebekleri kıvır kıvır saçların arasında kayboluyordu. Zaman zaman sivri çenesini kaşkolünden kurtararak bana o an için olabilecek en mantıklı soruları yöneltmeye çalışıyordu.
-Kaç kardeşin var?
-İstanbul’a sık sık geliyor musun?
-Ben geçen yıl Manowar konserini kaçırdım
-Kapat kapat ağzını bu gaz çok kötü… Daha önce gaz yedin mi?
‘Hayır, ama internette çok gördüm’ gibi saçma bir cümle kurabildim, yarı uyuşmuş beynimle.
***
Televizyon ekranında depremi takip etmiş Türkiye’nin geri kalanı gibi hissediyordum kendimi. Depremi sadece görmüş, ama yaşamamış. Gördüklerinden korkmuş, evine girememiş.
Onun gibi gazı televizyon ekranlarında görmüş, ama ciğerlerime çekmemiş. Korkusunu anlamış, ama polisin bu derece kafayı sıyırmış olabileceğine ihtimal verememiş aşık bir gençtim İstiklal’de…
***
Kıvır kıvır saçları, kömür karası iri gözleri vardı. Beşiktaş’ta görüştük önce. Elif Şafak, Orhan Pamuk da çok kötü finaller yazıyor, Metallica yine gelecek mi?, bir gün Cem Yılmaz’a gitmek lazım, BKM’de çıkıyor di mi o?, Kokoreç sever misin? Ben midye yemiyorum. Boğa mısın sen? Yağmurda kitap okumayı seviyorum, en çok da Cemal Süreya, Şurada bir kere 55 dakika taksi bekledim en fazla Kağıthane’ye kadar gidecektim 10 dakika… kıvamında cümleler kurarken işe yarar rock müzik dinlemek için İstiklal’de ikimizin de sevdiği bir bara gitmeye karar verdik.
***
Gezi’nin üzerinden aylar geçmiş. Sükunet hakim! Bütün kontrol polisin elinde. TOMA’lar güvenliğin bekçisi.
Başlangıçta her şey yolunda gidiyordu. Hatta sigaralarımızı içebileceğimiz açık alana çıktık. Sonra birden havada sigaradan daha farklı bir duman dolaşmaya başladı. ‘Yine gaz başladı’ dedi arka masadaki adam.
Bu durumlara alışık olduğu her halinden belli olan Anthrax t-shortlü garson içeri geçmemizi söyledi. Son bir fırt, sigarayı ikiye kırarak masada öksüz bıraktık. Biz içeri girdikten sonra, bu durumlara alışık olmanın dışında profesyonel olduğunu anladığım garson kepengi kapattı. Merdiven altındaki küçük dolabı yıldırım gibi bir parmak hareketiyle açarak içerisinden kırmızı renkte bir kova çıkardı. Dolabın yarıya kadar açılmış kapağını bir taraftan ayağıyla iterek kapatırken bir taraftan da önüne çektiği kovanın içerisinden ıslan bir bez alarak kapının altındaki boşluğa doğru tıkıştırıyordu.
Dışarıdan tuhaf sesler yükseliyor. 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 12.08.2014) 

28 Mayıs 2016 Cumartesi

NE YAZAYIM!

Bir yemek yapanın en büyük sıkıntısı yemek yapmaktan ziyade ne yapacağına karar vermesidir.
Bir yazı yazanın da en büyük sıkıntısı yazıyı yazmaktan ziyade ‘ne yazacağına’ karar verebilmektir. Yazı fikri akıl dünyanızda şekillendikten sonra kelimeleri ardı ardına dizmesi kolaydır.

Bugün böyle bir zorluk yaşıyorum; ne yazayım? Yerel ve ulusal gündemin çokluğundan ve hatta can sıkıcılığından bu zorluk… Bilakis tema eksikliğinden değil…
***
Ne yazayım?
Seçilmiş Cumhurbaşkanı ve atanmış bir Başbakanın ülkeyi nasıl yöneteceklerini mi yazayım?

Ne yazayım?
Türkiye’ye has kaç çeşit Başkanlık sistemi üretebiliriz. Başkanlık sistemini kabuğunla mı yemek daha sağlıklı yoksa haşlaması mı güzel olur? Başkanlık sistemi kabız yapar mı? Bunları mı yazayım? Veya Başkanlık sisteminin, maazallah ne büyük felaketlere yol açacağını mı yazayım.

Ne yazayım?
Wikileaks ile başlayan yeni medya yapısının bizde nasıl Fuat Avnilere, Pelikanlara dönüştüğünü mü yazayım. Koca bir ülkenin dedikoducu karılar gibi nasıl rezil rüsva edildiğini mi yazayım. Bütün siyasi ayak oyunlarını, atılacak adımları Twitter’dan okumanın devlet ciddiyetine yakışmadığını mı. Fuat Avni’nin önünü kesemeyenlerin ‘Pelikan’ ile saldırıya geçmiş olabileceğini mi yazayım.

Ne yazayım?
İmam osurursa cemaat sıçar, hesabı Fuat Avnicikleri mi yazayım. Ankara’ya özenen Sakarya teşkilatını mı yazayım? Demokratik bir platformu bulunmayan AKP’de Hatce Keskinlerin savaşını mı yazayım. 10 küsur yıldır bu şehir yönetiminde ve partide yer alan isimler sanki bugün piyasaya çıkmış gibi saldırmasının sebebini mi yazayım? ‘Hatcee parti teşkilatını mı anlatıyon, randevu evinden mi bahsediyon?’ mu diyeyim!

Ne yazayım?
CHP’de başın ayrı yöne ayakların farkı yöne gittiğini mi yazayım. Genel merkezin Sakarya teşkilatından, teşkilatın Genel Merkez’den bi’ haber olduğunu mu diyeyim.
CHP İl Başkanı Ayça Taşkent’in ve Milletvekili Engin Özkoç’un Genel Başkanları Kemal Kılıçdaroğlu’nu OSB’deki işçi grevi hakkında nasıl uyuttuklarını mı yazayım. Veya sadece haklarını istemek için açlık grevi yapan işçileri neden koca bir şehrin görmezden geldiğini mi yazayım?

Ne yazayım?
MHP’nin olağanüstü kurultayını mı yazayım? Muhtemel bir genel başkan değişikliğinde Sakarya’daki MHP’liymiş gibi yapan AKP’lilerin nasıl davranacaklarını mı yazayım?

Ne yazayım?
90’lardaki gibi bol bol siyasi krizler konuşmaya başladığımızın farkında mısınız, diye mi yazayım? Bilmiyorum, biliyor musunuz ama Dolar ve Euro kafa kafaya gidiyor 3 TL’de eşitlenecek galiba mı diyeyim?

Ne yazayım?
‘Şehir Benim İçin Yenileniyorken’ bu yeniliğin ne olduğunu bir türlü anlayamamış olduğumu mu yazayım. Şehir yenilenirken bu yenilik sonunda trafik neden rahatlamayacak acaba diye mi yazayım? Şehir yenilenirken Ozanlar Mahallesi’nde kaldırımları asfaltlamak nasıl bir ‘yenilik’ anlayışı acaba diye mi düşüneyim? Bu şehir yenilenirken bu yaz şehir merkezinde nasıl yaşanacak acaba diye mi yazsam!

Ne yazayım?
Ne yazayım? Ne yazayım da kimsenin keyfi bozulmasın. Ne yazayım da Van’da 6 şehit vermemişiz gibi yapalım! Ne yazayım da şehitlerimizden birinin Binbaşı rütbesinde olduğunu bilmiyormuşuz gibi konuşalım!
Sizce ne yazayım? 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 26.05.2016) 

27 Mayıs 2016 Cuma

EUROVİSİON’A DÜŞÜK PROFİLLİ ŞARKICI ARANIYOR!

Çok enteresan bir ülkedir Türkiye. Gariplikler ülkesidir adeta.
Dünya haritasını önünüze serseniz Anadolu adeta dünyanın tam merkezinde yer alır gibi size göz kırpar. Dünya haritasından yapboz oynasanız Türkiye pazılın en önemli parçası olur, onsuz dünya eksik kalır.
Türkiye’nin jeopolitik önemi, kıtalar arasında geçiş kavşağında bulunması, sıcak noktalara yakınlığı bizi ister istemez dünyanın önemli aktörlerinden birisi haline getiriyor. O yüzden de hem Avrupa hem Amerika hem de Ortadoğu için Türkiye hep ve her daim önemli bir ülke konumundadır. Bu yüzden Avrupa’da ve dünyada sokaktaki insanlar bizim hakkımızda mutlaka bir fikir sahibidir; bizi bilirler, bizi takip ederler… 
Buna karşılık biz dünyaya hep sırtımızı dönük yaşarız. Bugün lise seviyesinde Türkiye’nin komşularını, o komşuların başkentlerini eksiksiz bir şekilde sayamayacak yüz binlerce öğrenci olduğuna eminim. Dünya bizi yakından takip eder ama bizim ana haber bültenlerimizde dış haber niyetine ‘Avustralya’da yavrusunu seven şempanze’ haberinden öteye geçemez. En çok okunan gazetelerimizin uluslararası sayfası her zaman en cılız konumdadır. Kendimizden başka kimseyi önemsemiyoruz, dünyayı tanımıyoruz, bilmiyoruz sadece kendimizi bildiğimiz için de ülkemizi değerinden farklı bir yere koyuyoruz.
***
Bizim kuşak ilkokulda, ‘Türkiye dünyada kendi kendine yetebilen nadir ülkelerden birisi’ öğretisiyle ve sokakta da ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!’ sloganıyla iyice gaza geldi. Bütün dünya yeni dünya düzeniyle birlikte global bir köy haline dönüşürken biz küçülen dünyada internetin nimetlerini kullanmaktan pek öteye geçemedik neredeyse. İçimize dönük ve kendi kendimize yetebilmenin gayreti içerisindeyiz.
Son dönemlerde ise iyiden iyiye yalnızlaşan ülkem komşularla arasına mesafeler koydu, sırtını batıya çevirdi, yüzünü ne yöne döneceğine ise henüz karar veremedi…
Ülkenin bu yalnızlığı uluslararası organizasyonlara da yansıyor. Antalya’da organize edilen EXPO’ya ağırlıklı olarak 3. Dünya ülkelerinin katılması bunun bir sonucu gibi.
Daha da kötüsü, prestijli birçok uluslararası organizasyonu kendimiz reddediyoruz. Türkiye’de organize edilmesi için yıllarca uğraş verilen F-1’den kendimiz vazgeçtik. Şu anda atıl vaziyette bulunan bir İstanbul Park’ımız var ve televizyondan takip edilen Formula-1 yarışları.
***
Televizyondan dahi takip edemediğimiz organizasyonlar da var maalesef.
Eurovision şarkı yarışması gibi… 

Cumartesi akşamı yabancı uydu kanallarını dolaşırken Stockholm’den canlı olarak yayınlanan Eurovision yarışmasına denk geldim. Aynı saatlerde TRT’de ‘Seksenler’ dizisi yayınlanırken İsveç’teki salonda Türk bayraklarının dalgalandığını görmek insanı ister istemez heyecanlandırıyor. Eurovision’da birinci olmuş, bu yarışmayı düzenlemiş olan Türkiye 4 yıldır yarışmaya katılmıyor, katılmamanın dışında yarışmayı televizyon ekranına bile taşımıyor.
TRT’nin ‘ahlaki sorunlar’ olduğu gerekçesiyle ambargo koyduğu Eurovision’u bu yıl Ukrayna adına yarışmaya katılan Kırımlı Tatar sanatçı Jamala kazandı. Jamala’nın Kırım Tatar sürgününü anlatan ‘1944’ adlı şarkısı Kırım’ı işgal eden Rusya’ya karşı bir tokat niteliğindeydi. Ve biz mecburen bu büyük zaferin dışında bırakıldık!
Eurovision’dan hiç bahsetmeyen gazetelerimiz ertesi gün birinci sayfalardan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Jamala’yı telefonla tebrik ettiğini yazdı.
İnsan ister istemez merak ediyor; acaba Cumhurbaşkanı Erdoğan yarışmayı hangi kanaldan izledi? Cumhurbaşkanı’nın izlediği, yakından takip ettiği Eurovision’u devlet kanalı TRT neden yayınlamaz?
***
Bu yılki yarışma bir kez daha gösterdi ki, bütün eksiklerine rağmen Eurovision Avrupa’da yakından takip edilen, dikkate alınan bir yarışma. Ondan uzak durmaya çalışan Türkiye’de bile!
Umarız seneye TRT korktuğu ‘ahlak’ sorununu aşar da biz de Eurovision’a düşük profilli de olsa bir şarkıcıyla katılırız. 35 kez yer aldığımız yarışmada yeniden bayrağımızı gururla dalgalandırırız. Nitekim lider ülke Avrupa’dan kendimizi soyutlayarak olmuyor! 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 19.05.2016) 

21 Mayıs 2016 Cumartesi

AK-BULUT ETKİSİ

Çocukluğum büyüklerin siyasi sohbetlerine kulak misafiri olarak Yıldırım Akbulut fırkaları dinleyerek geçti. Orta yaşı geçiştirmeye çalıştığım şu yıllarda Türk siyasetinin yine aynı etkiyle sarsılacağı hiç aklıma gelmezdi. Ben, buna Akbulut etkisi diyorum.
Nedir bu Akbulut etkisi?
Yaşı yetişmiş olanlar Başbakan Yıldırım Akbulut’u iyi hatırlar. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın güdümlü Başbakanı Yıldırım Akbulut’u… Yollar, köprüler yaparak geçirdiği güçlü başbakanlık döneminden sonra Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, kendisini gölgede bırakacak güçlü bir başbakan istememişti. Bunun için de Çankaya’ya çıkarken kurucusu olduğu Anavatan Partisi’nin Genel Kurulu’nu bizzat dizayn etmiş, ANAP’ın başına delegelerin(!) seçimiyle Yıldırım Akbulut’u getirtmişti. Böylelikle Türkiye’de belki de ilk defa Cumhurbaşkanlığından kumandalı Başbakanlık dönemi başlamıştı. Cumhurbaşkanı Özal ‘şak’ diye istiyor, Başbakan Akbulut ‘tak’ diye yapıyordu.
***
Yıldırım Akbulut’un başbakan olmasıyla birlikte, Amerikan ekonomik ve politik sistemine hayran olan Turgut Özal’ın zaman zaman dillendirdiği Amerikan Başkanlık sistemi bir nebzede olsa hayata geçmiş oluyordu. Ancak bu durumdan Cumhurbaşkanı dışında neredeyse memnun olan hiç kimse yoktu. Ne iktidar partisi mensupları ne de vatandaş ‘pasif’, ‘etkisiz eleman’ konumunda bir Başbakandan memnun değildi. Belki de bu yüzden Cumhuriyet tarihinin üzerine en fazla fıkra düzülen, en çok dalga geçilen Başbakanı oldu Yıldırım Akbulut. Bu yüzden de Başbakanlığı uzun sürmedi; Cumhurbaşkanının seçmiş olduğu bir Başbakan olmasına rağmen ilk kongrede Mesut Yılmaz tarafından alaşağı edildi!
***
Benim çocukluğum ve gençliğim böyle siyasi manevraları izlemekle geçti.
Şimdilerde tarihin tekerrür etmiş olması şaşırtıcı olmamakla birlikte beklenmedik bir durum.
Bütün ‘sistem’ ve ‘parti’ kaygılarından uzak gelişmeleri takip etmek bazen bildik bir filmi yeniden izlemek, bazen ise ‘yeni ne olabilir’ duygusu uyandırıyor insanda.
***
Günlerdir, memleketçe Başbakan Davutoğlu’nun görevinden ayrılmasının ardından yeni Başbakanın kim olacağı üzerinde kafa patlatıyoruz!
Tutmayan bir aşı gibi Cumhurbaşkanı tarafından dalından koparılan Ahmet Davutoğlu’nun yerine kim konulacak? Profili nasıl olacak? Bıyıklı mı, sakallı mı olacak? Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakın mı olacak aileden birisi mi olacak?
Sanki bu soruların bir önemi varmışçasına ‘derin siyasi’ analizler yapılıyor. Sanki birisi diğerinden farklı bir tutum takınabilirmişçesine yorumlarda bulunuluyor. Sanki en sonunda yine aynı filmi görmeyecekmişiz gibi ahkam kesiliyor.
***
Bu yerli ve milli tartışmaları izledikçe Süleyman Demirel’in Yıldırım Akbulut hakkında yaptığı yorum aklımda dolanıyor.
Başbakan Akbulut’un çokça tartışıldığı dönemlerde Süleyman Demirel, ‘Yıldırım Akbulut için ne düşünüyorsunuz?’ diye soran gazeteciye şöyle cevap vermişti: “Bulut buluttur, bulutun akı da buluttur garası da buluttur. Binaenaleyh, üzerine konuşmaya değmez.”
***
Yeni Başbakan kim olacak diye tartışmalar yersiz. Yıldırım da aynı Albayrak da aynı… Sonunda yine muhtemel bir Akbulut etkisi görülecek.
Ve biz, daha önce bu filmi izlemiştik diyeceğiz… 

(Bizim Sakarya Gazetesi / 10.05.2016) 

14 Mayıs 2016 Cumartesi

BRAVO BB!

Sevgili okur,
3 Mayıs 2015 tarihinden bugüne bu sütunlarda belli aralıklarla buluştuk. Aklımızın, kalemimizin el verdiği ölçüde kelamımızı dile getirmeye çalıştık. Bu buluşmaların birçoğu yeşile, peyzaja, doğaya yönelik sözlerimizi içerdi. Gazeteci aklımızla bazı fikirler ileri sürdük, bunlardan bazılarının kabul gördüğünü görerek mesut olduk!
Bugün de yüksek müsaadenle gazetecilik ‘ego’mu tatmin etmek istiyorum! Biz, çömez gazetecilik yıllarımızda ‘duayen gasteci’ ağabeylerimizden öyle gördük! Aklın götürdüğü yolu tarif ettiklerinde ve yol göründüğünde gecikmeden yapıştırırlar 1. sayfadan büyük puntolarla; ‘Ne yazdıysak o!’, ‘Biz yazdık, oldu!’, ‘Biz yazdık, onlar yaptılar!’ ve benzeri ve benzemezi…
İşte tam da böyle bir, ‘ben dedim onlar yapıyorlar’ havasındayım. Sanki ben yazmasam yapmayacaklarmış gibi kendimi anlamsız bir şekilde kasıyorum!
Gerçeği adresi şaşırmışız ama olsun…
***

Neden bahsediyorum?
Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu ‘En Güzel Bahçe Yarışması’ndan.
Biz, vakti zamanında bu köşeden Adapazarı Belediyesi’ne açık mektup yazarak bahçe, balkon yarışması düzenlemesi yönünde bir düşünce öne sürmüştük. Bugün böyle bir fikrin Büyükşehir Belediyesi tarafından realize edilmesi mutluluk verici.
Evvel zaman içinde (23.08.2015) şunu yazmışız: “Adapazarı Belediyesi’nin akil yöneticileri beni ciddiye alırlar mı bilmem, ama kendi çapımda bir öneride bulunmak istiyorum. En Güzel Balkon / En Güzel Bahçe Yarışması.” Akabinde de şunu eklemişiz: “Adapazarı gibi yeşili önemli bir yer teşkil eden, ayrıca fidan üretiminde önemli bir paya sahip olan şehre böylesi bir yarışma yakışır. Hatta klasik boyuttaki bu yarışma daha da modernize edilebilinir. En Güzel Balkon / En Güzel Bahçe kategorisine En Güzel Kafe / Restoran Bahçesi veya En Güzel Peyzaj Uygulaması da eklenebilir. Böylelikle işletmelerin mekanlarında daha fazla yeşile yer ayırmaları özendirilir. Böyle bir yarışma ayrıca Sakarya’daki süs bitkileri üreticileri için de prestij niteliği taşır.”
***
Büyükşehir Belediyesi’nin ‘En Güzel Bahçe Yarışması’ detaylarını incelerken, yarışma kategorisinde ‘İşyeri Bahçe Kategorisi’ni görmek beni ziyadesiyle mutlu etti. Yarışmanın jürisinde de yine önemli isimler yer almış. Ancak bu hususta belki ‘Sakarya’da üretim yapan süs bitkileri firmalarından bir veya 2 kişi yarışma jürisine dahil edilmiş olunsaydı daha şık dururdu’, diye bir yorumda bulunabilirim.
***
6 Haziran tarihinde açıklanacak sonuçları ben de şimdiden merakla bekliyorum. Yarışmanın başvuruları çoktan başladı bile. 20 Mayıs Cuma günü mesai bitimine kadar başvuru forumları ve bahçenizin fotoğraflarını yarışmaya ulaştırabilirsiniz. Siz de sitenizin bahçesiyle övünüyorsanız, kendi emeğinizle her gün ilgilendiğiniz evinizin bahçe güzelliğini herkesin görmesini istiyorsanız acele edin bence!
Ben en çok iş yeri bahçelerini merak ediyorum. Bakalım hangi işletme peyzajı ile ön plana çıkacak.
Yarışma 3 kategori üzerinden ödüllendirilecek; Müstakil Ev Bahçesi, Apartman veya Site Bahçesi, İşyeri Bahçesi.
Yarışmada dağıtılacak ödüller de yarışmanın amacına ve felsefesine oldukça uygun. Ödüller yine bahçeye hizmet edecek, yeni sezona bahçenizin daha iyi hazır olmasını sağlayacak nitelikte. 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 06.05.2016) 

13 Mayıs 2016 Cuma

SANSÜR!

Bu topraklarda ‘sansür’ bir refleks olarak girer ilk önce hayatınıza. Sonra bir öğreti! Daha sonraları yasanın bir parçası ve bir ihtiyaç gibi gelişir ‘otosansür’ beyin hücrelerinizde.
Çocukluğunuzun ilk yaşlarında tanışırsınız önceleri sansürle; bir öpüşme sahnesi belirdiği anda gözlerinize set çekilir anne-baba tarafından, komşu hakkında dedikodu yapılacaksa evde küçük çocuk hemen öbür odaya transfer edilir konuşulanları duymasın diye…
Türk aile yapısında ilk sansür deneyiminiz bu ve benzeri fiillerle öğretilir küçücük bedeninize.
Yaş ilerledikçe sansürün boyutu büyür, etrafınızı dört bir yerden sarmaya başlar. Okuduğunuz kitaplar sansürlenir, izlediğiniz filmlere makas atılır, kışlada / yurtta / hapiste mektubunuz ‘görülmüştür’, ‘bip’ sesinden reklamları duyamazsın…
İrili ufaklı derken, gelenekten görenekten derken bir bakarsınız ki ‘sansür’ ülkede baştan sona hayatınızda başlı başına bir realite olmuş.
Sansür ailede, sansür okulda, sansür işyerinde, sansür kışlada, sansür yatılı okulda, sansür televizyonda, sansür kitapta, sansür partide, sansür maçta, şarkıda, dergi kapağında… Sansür taa içimizde. Bağdaş kurmuş beynimize, kalkıp gitmek bilmez hayatımızdan.
***
Babadan, hocadan, askerden, politikacıdan gördüğümüz sansürü bir yerden sonra öyle kanıtsarız ki, otosansüre başlarız. Sansürlerin en tehlikelisidir oysa otosansür. Sürekli kendimizi ‘yasaklamaya’ programlanır beynimiz. Otosansür yaşamımıza, işimize ve çevremize hakim olmaya başlar adım adım…
Kanıksamışızdır artık ‘sansürü’. Sansür bizim bir parçamızdır, eksikliğini hissettiğimiz tuhaf bir duygu gibi beliriverir çevremizde. Kritik eşik aşılmıştır artık sansürde, sansür uygulandığında toplum duyarsız hale gelmiştir bile çoktan.
Memlekette tuhaf sansür uygulamalarına şahitlik ediyoruz hemen hemen her gün. Üstelik bu ‘sansürler’ garip bile gelmiyor artık bize.
***
Geçen hafta ilginç denilebilecek bir ‘sansür’ deneyimi yaşadık yine.
TRT her zaman sansürle iç içe olmuş bir kuruluştur. Ama belki de ilk kez yabancı dilden dolayı ‘sansür’ uyguladı. Şampiyonlar Ligi’nde oynanan Arsenal-Barcelona maç yayınını tribünlerden gelen küfürleri gerekçe göstererek ‘sansürledi!’
Ne var bunda, küfür mü dinleyelim diyebilirsiniz. Küfür dinlemeyelim tabi ama İngilizce olunca mı öyle oluyor? Maç yayını Ukrayna’da olsa ve küfredilse yine aynı şekilde mi hareket edecek TRT? Kaldı ki, aynı maçta futbolcu da küfretti, üstelik Türkçe. Onu sansürleyemediniz, o iş nasıl olacak?
Toplum olarak maç yayınlarında ‘sansürü’ kanıksadık artık! Tribün mikrofonlarının sesi sıklıkla kesiliyor. Küfür için mikrofonların kesilmesini doğal karşılayabiliriz. Ama bir dönemler nerdeyse bütün maçların 34. dakikalarında mikrofonu kapattınız! O sloganlarda mı küfür içeriyordu?
***
Sansüre alışık bir toplumuz. Bu durum yetiştirme şeklimizden itibaren bize bir yerde öğretiliyor.
Yine de nerede bir sansür görsem, nerede bir sansürle karşılaşsam eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sözleri aklıma gelir:
“Baskı varsa direneceksin kardeşim!”
***
Toplum olarak da artık çocuk değiliz. Televizyondaki ‘öpüşme’ sahnesini görmeyelim diye gözümüzün önüne çekilen seti kaldıralım.
‘Sansürü’ alışkanlık olmaktan çıkartalım! 
(Bizim Sakarya Gazetesi / 29.02.2016) 

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...