31 Temmuz 2015 Cuma

KOYNUMDAKİ BAZ İSTASYONU!

Ulusal büyük gazeteler bunu yazamaz! Yazamazlar çünkü en büyük reklam verenleri GSM operatörleri.
Biz göğsümüzü gere gere yazalım. Oturma odamıza kadar giren baz istasyonları hepimizin hayatını tehlikeye atıyor.
Ey ahali evimde telefon çekmiyor diye üzülme! Çekim gücü ne kadar az o kadar iyi…
***
Önceki gün gazetecilerin e-maillerine bir yazı düştü. Görünce her gün gözümüzün önünde olan ama artık kanıksadığımız ve unuttuğumuz gerçeği hatırlamama yardımcı oldu; şehirlerdeki elektromanyetik kirlilik.
Nedir elektromanyetik kirlilik?
“Elektromanyetik kirlilik, yaşadığımız alanlarda bulunan elektrik akımı taşıyan kablolar, radyo frekans dalgaları yayan radyo ve televizyon vericileri, cep telefonu baz istasyonları, yüksek gerilim hatları, trafolar, mikrodalga yayan ev aletleri ve benzerlerinin yarattığı, insanın ve diğer canlıların üzerinde bozucu etkiler yaratan elektromanyetik alanlardır.”
Uzmanlara göre durum vahim bir boyutta; gözle görülemeyen bu elektromanyetik kirlilik, kimi zaman cep telefonumuzun çalmasıyla televizyonda karlanma yaparak, kimi zaman ise yüksek gerilim hatları yakınında uçan helikopterleri bile düşürerek kendini gösterebiliyor.
Evrenimizde doğal ve doğal olmayan elektromanyetik kaynaklar mevcut. Güneş, yıldızlar ve yıldırımlar bunların doğal bölümü iken çevremizdeki en büyük tehlikeleri ise şöyle sıralamak mümkün; elektrik hatları, televizyon / bilgisayar, elektrikli ev aletleri, mikro dalga fırın, radyo TV vericileri, telsiz sistemler, cep telefonları ve GSM baz istasyonları…
En vahim olanı da sanırız baz istasyonları. Çünkü çoklar… O kadar çoklar ki, nerdeyse her birimiz koynumuzda birer baz istasyonuyla dolaşır gibiyiz. Oturma odamızda bir istasyondan sinyal alırken, yatak odasında başka istasyondan sinyal alıyoruz. Aynı evin içerisinde cep telefonu salonda iyi çekerken, mutfakta az çekiyor. Evin içerisinde dolaşan elektromanyetik dalgaları varın siz düşünün!
Bir de bizim evde telefon çekmiyor diye üzülenler var!
Üzülme ahali, bunun çekmeyeni makul! Ne kadar az çekerse o kadar iyi, o kadar az kanser olursun, o kadar az radyasyon alırsın!
***
Gelelim gazetelere gönderilmiş olan elektronik mektuba. Konu daha önce bizim gazetede yer aldı. Kendi gazetemde tekrara düşmek istemem ama yenilemekte fayda var!
Adapazarı Bosna Caddesi’nde bulunan 5 katlı bir binanın çatısında yer alan baz istasyonun kendisinden habersiz binaya yerleştirildiğinden şikayet eden bir apartman sakini, duruma veryansın ediyor. “Binaya baz istasyonu konulurken benim onayım alınmadı” iddiasında bulunan Hatice Zor, bu istasyondan dolayı büyük sağlık sorunları yaşadığını söylüyor. Hatice Zor’dan baz istasyonu için izin alınmadığına inanırım. Çünkü benim dairemin oturma odasının tam karşısındaki binaya baz istasyonu kurulurken de benden kimse izin istemedi.
Hatice Zor, mektubunda çok kötü Türkçesine rağmen çok yerinde sorular soruyor.
Diyor ki, Çevre ve Şehircilik Estetik Kurulları nasıl çalışır?
Soruyor; Şehir yönetimi, kurum ve kuruluşlar ortak akılla yönetilmez mi?
Diyor ki mesela; İnsan sağlığı kimlerin sorumluluğunda?
Sormaya devam ediyor; Sakarya Üniversitesi’nin binada ölçüm yapması kamusal bir görev değil mi?
***
Bu yerinde sorulardan, en çok üniversite ile ilgili olan kısım dikkatimi çekti. Sakarya Üniversitesi’nin tek başına binada bir ölçüm yapma yetkisi olabileceğini düşünmüyorum. Ancak Sakarya Üniversitesi davet edilirse hem söz konusu baz istasyonu olan binada ve şehirdeki diğer baz istasyonlu binalarda hem de şehrin genelinde elektromanyetik ölçüm yapabilir.
Sakarya Üniversitesi bu alanda Türkiye çapında çalışmaları bulunan, pratiği var olan bir kurum.
Daha da önemlisi Sakarya Üniversitesi’nde ELEKTROMANYETİK UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ var. Merkezin başında bulunan Prof. Dr. Osman Çerezci’nin çalışmaları Türkiye’de ses getiriyor. Özellikle Çerezci’nin Bursa Nilüfer’da yapmış olduğu Elektromanyetik Alan Kirliliği İzleme çalışması ülkede örnek olmuş bir proje.
***
İşte size fırsat; hem Adapazarı Belediyesi’ne hem Büyükşehir Belediyesi’ne hem de Sakarya Valiliğine… İmkanların tamamı Sakarya Üniversitesi’nde mevcut… Buyurun Adapazarı genelinde elektromanyetik tarama yaptırın!
Yaptırın ki, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu görelim.
Koynumuzdaki düşmanı tanıyalım. 
(05.07.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

27 Temmuz 2015 Pazartesi

İLERİ DEMOKRASİNİN SEÇİM DEMOKRASİSİYLE İMTİHANI

Önce küçük bir hikaye…
Amerika’da ırkçılığın çekilmez bir boyuta geldiği yıllarda, Afro-Amerikan kökenli bir aile tenlerinin renklerinden kurtulmanın yolunu ararlar. Aile reisi kararı verir; eğer beyaza dönmenin bir yolu bulunursa siyahi olmaktan kurtulunur ve üzerlerindeki baskı sonuçlanır. Bir rivayete göre de, Mississippi Nehri’ni karşıya yüzmeyi başaran insanlar kıyıya beyaz olarak çıkabiliyormuş. Bunu denemek isteyen zenci ailesi soluğu Mississippi’nin kıyısında alır. Zenci anne ve baba çocuklarını riske atmamak için ilk önce kendileri karşıya geçmeye karar verir. Daha sonra çocuklar kurtarılacaktır. Ve mucize gerçek olur! Zenci anne baba Mississippi Nehri’nin karşı kıyısına ak-pak(!) beyaz anne baba olarak ayak basarlar.
Anne hemen babaya, ‘çocukları kurtaralım’ der. Babanın cevabı keskin ve nettir:
-         Bırak şu pis zencileri!
***
Şimdi bir fıkra…
New York Manhattan’ın doğu yakasındaki Yahudi mahallesinde, o da nesi? Bir kilise önünde küçük ama dikkat çekici bir afiş; kiliseye üye olanlara girişte 10 bin dolar para. Bunu gören iki Yahudi arkadaşın kafası biraz karışır. Bir yandan Yahudiliğe ihanet etmek var ama bir yandan da 10 bin dolar nakit paranın çekiciliği de var. Bir plan yapılır; Yahudi arkadaşın birisi Kiliseye girecek, üye olacak, parayı alacak çıkacak. Öyle ya illaki din değiştirecek diye bir kural yok. Yahudi içeri girer. Ama o da nesi, bir türlü kiliseden çıkmaz. Dışarıda kalan Yahudi telaş içersinde beklemektedir. En sonunda kilisenin kapısı aralanır. Yahudi merakla arkadaşına sorar.
-         N’oldu, aldın mı parayı?
Cevap gecikmeden yüzünde patlar.
-         Siz Yahudiler, sadece parayı düşünürsünüz.
***
Şimdi bir siyasi anekdot…
2002 seçimlerinin ardından Türkiye 22 Temmuz 2007 seçimlerine hazırlanıyor. Ve Recep Tayyip Erdoğan ilk defa Başbakan olarak meydanlarda seçim kampanyası yürütüyordu.
Seçim öncesinde mecliste bizzat Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla bağımsız milletvekillerinin meclise girmesinin ve mecliste grup kurmasının önü açıldı. Böylelikle bugüne kadar parti olarak seçimlere katılan ve yüzde 10 barajı engeline takılan o günün HDP’sinin arka kapıdan meclise girmesi sağlandı. Seçim sonunda 21 bağımsız milletvekilini meclise sokmayı başaran o zamanın HDP’si olan DTP grup kurabiliyordu.
Bu demokratik adımı meydanlarda vatandaşa anlatan Erdoğan ise bir yandan da MHP’ye sataşıyordu. Aynen şu sözlerle; “Ben şimdi neden endişe ediyorum biliyor musunuz? Şimdi bu bağımsızlar var ya bunlar bu parlamentoya girecek, öyle gözüküyor. Eğer bu parlamentonun içine bir de MHP girerse, bu parlamentoda ben şimdi nelerin olabileceğini düşünüyorum. Biz bunların kavgalarıyla, birbirleriyle vuruşmalarıyla mı uğraşacağız, Türkiye’ye hizmetle mi uğraşacağız. Çünkü birisi bir başka uç, birisi bir başka uç.” (19 Temmuz 2007 / AA)
***
Ve son olarak bir haber…
AKP’li Burhan Kuzu, yıllar önce AKP’nin bu atmış olduğu adımı hatırlatarak HDP’nin AKP’ye şükretmesi gerektiğini söylüyor. A Haber’e konuşan Kuzu, “Demirtaş bugün sayemizde siyaset yapıyor” dedi. Kuzu, şunları söyledi: “Neyin kavgasını yapıyorsunuz, bugün Demirtaş siyaset yapıyorsa bizim sayemizde yapıyor, teşekkür etsin evvela. Buna borçlu. Leyla Zana döneminde ilk harekette, kolundan tutup götürdüler. Bugün eğer sokakta rahat gezebiliyorsa Türkiye’nin her tarafında, AK Parti’nin getirdiği demokrasi havasıdır bunlar, verilen yetkilerdir. ‘Ben Tayyip Bey’i başkan yapmam’ ettiği lafa bak, sen kimsin?” (timeturk.com / 29.05.2015 / ‘Demirtaş siyaset yapıyorsa bizim sayemizde’
Bir küçük haber daha…
Bu da Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’dan. Akdoğan, sosyal paylaşım sitesi Twitter’daki hesabından açıklamalarda bulundu. Akdoğan; “Bazı HDP’lilerin en sevdiği söz ‘sus, konuşma’. Bizde sıfatı olanlar değil fikri olanlar konuşur. Dağdan gelip bağdakini mi susturacaklar? Bu kadar tahammülsüz, eleştiriye kapalı bir anlayış istediği kadar oy alsın demokrat olamaz. Konuşan Türkiye’ye susturucu takmaya çalışıyorlar.” (Habertürk / 09.06.2015)
***
Biraz sabır! İleri demokrasi seçim demokrasisine alışmaya çalışıyor… 
(12.06.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

23 Temmuz 2015 Perşembe

SEÇİMİN ŞİFRELERİ

Seçim sistemimizin bütün eksik ve dengesizliklerine rağmen çoğu zaman Türk seçmeni mesajını sandığa yansıtmayı başarıyor.
Haziran 2015 seçimlerinin temel şifrelerini 10 maddede sıralayabiliriz.
Başta AKP olmak üzere mecliste ve meclis dışındaki bütün siyasi partilerin bu şifreleri çok iyi çözümlemesi gerekir.
***
1.     Seçim barajını düşürmek yeni kurulacak meclisin ilk ve en önemli görevi olmalı. Hükümeti kim kurarsa kursun bütün meclis uzlaşarak seçim barajı ivediyetle en az yüzde 5 oranına çekilmeli.
2.     AKP sarayla arasına yasal çerçeve dahilinde mesafe koymaz ise ANAP’laşma sürecine girmesi kaçınılmaz. AKP’nin önünde 2 yol mevcut; ya Erdoğan’ın partisi imajı ile devam edecek ve her adımda eriyecek ya da kurumsallaşarak Türkiye’de merkez sağın güçlü aktörü olarak büyümeye devam edecek.
3.     Sol kesime gelince. HDP çatısı altında birleşen sol koalisyon yarın öbür gün ‘küçük’ ve ‘milliyetçi’ çıkarlara kurban edilmemeli. Demirtaş’ın özellikle vurguladığı ‘emanet oylar’ hassasiyeti titizlikle yürütülmeli, HDP Türkiye partisi olduğunu göstermeli.
4.     80 milletvekili ile mecliste yerini alacak olan HDP en çok CHP’yi değiştirecek. Bugüne kadar mecliste sağ partilerin arasında kaldığı için iyice sağ yanaşan CHP bundan sonra tabanın özlediği sosyal demokrat / sol siyaseti ortaya koymak zorunda. Bunu yapmadığı anda seçmenini HDP’ye kaptırması an meselesi olur.
5.     Son seçim sonuçları bir gerçeği daha ortaya koydu. Meclis dışında kalan minik partiler. Oy oranları gösteriyor ki, vatandaş oyunu heba etmek istemiyor. İlk defa küçük partiler bu kadar kötü oy oranlarına sahip oldu. Bundan sonra küçük partiler ya koalisyon olarak seçime girmeli ya da partilerine kilit vurmalıdır! Özellikle DSP gibi partiler bir an önce kararını vermeli; ya kendini lağvedeceksin ya da bir parti çatısı altına gireceksin.
6.     Gerilimli, ötekileştiren ve kutuplaştırıcı siyaset terk edilmeli. Güler yüzlü, esprili ve kucaklayıcı siyasetin kazandığını Demirtaş bütün liderlere gösterdi. Bu mesajı en iyi anlaması gereken Davutoğlu’dur. Kendisi güler yüzlü olan Davutoğlu, ne yazık ki kötü bir Erdoğan taklidiyle sesini yükseltti ve antipatik göründü. Güler yüzlü olmaya, AKP’nin ilk yıllardaki ‘ötekileri’ kucaklayan politikalarına geri dönmeye ihtiyacı var.
7.     MHP başta olmak üzere bütün meclis gerçekçi bir Kürt politikası üzerinde uzlaşmaya çalışması gerekir. AKP’nin açmış olduğu çözüm süreci yolu bir an önce toplumsal uzlaşıyla tamamlanmalı.
8.     AKP bizzat kendisinin başlattığı çözüm sürecini seçim atmosferinden bağımsız olarak sürdürmeli. Oyları düştüğünde ‘milliyetçi’, oyları toparlandığında ‘Kürtçü’ söylemi terk etmeli; tüm samimiyeti ve sorumluluğuyla başlatmış olduğu süreci tamamlamalı veya tamamlanması için çaba sarf etmeli.
9.     13 yıldır güçlü bir oy desteği ile tek başına iktidarda bulunan AKP’nin ne kadar güçlü olduğunu AKP kurmayları samimi bir şekilde bir kez daha düşünmeli! Gezi süreciyle başlayan çözülme 2 yılda zirve noktasına ulaştı. Bu çözülmeyi ‘üst akıl’, ‘Pennsylvania’, ‘darbe girişimi’ gibi kozmik sebeplere dayandırarak kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz. Veya gerçekleri görerek çözüm bulursunuz, yoksa çözülme devam edecek.
Ve son olarak; Yolsuzluklar, ayakkabı kutuları, saray israfı, ‘ama yol yaptık’ denilerek unutturulamıyor!
(10.06.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi)

22 Temmuz 2015 Çarşamba

SEÇİN BAKALIM SEÇİN…

Yıllar önce Cem Karaca söylemişti, ‘Bindik Bi’ Alamete Gidiyoz Kıyamete!’ diye;
         “Yerel ve genel seçim
         Seçin bakalım seçin…” 
Ne zaman önüme yeni bir seçim sandığı konulsa hep bu şarkı aklıma gelir.
         “Seçin bakalım seçin
         Ki dön baba dönelim
         Aynı yere gelelim…”
Cem Karaca’nın hayattayken yayınladığı son albüm olan ‘Bindik Bir Alamete…’ 1999 yılı etiketini taşıyor. Hal böyle olunca da elbette 90’lı yıllardaki vaziyet şarkıya nüksediyor.
Sonra Türkiye’de büyük değişiklikler oldu; tek başına iktidar ve reformlar. Ama sonra yine tekrar bi’şeler oldu; tek başına iktidar ve geriye gidiş.
Şimdi durduğumuz noktada 90’lı yıllardan pek bir fark göremiyorum.
***
Büyük üstat Uğur Dikmen’in müziklerine destek verdiği şarkıda o yıllar şöyle tasvir ediliyor;
         “Çete çeteye çatmış”
Yani diyor ki, Susurluk’ta bir Mercedes bir kamyonla çarpıştı, bazı gerçekler ortalığa saçıldı!
Gel bugüne; Adana’da bazı TIR’lar durduruldu, bazı gerçekler ortaya saçıldı!
***
Devam ediyor Cem Karaca;
         “Çete çete içinde
         Battık buruna kadar”
Yani diyor ki, derin devlet var sarmış her yerimizi!
Gel bugüne; paralel devlet itirafı en üst makamdan yapılıyor, paralel devlet resmen sarmış her yerimizi!
***
Bugünlerde AKP cephesinden yapılan, ‘koalisyonlu–kaos” yılları algısı işte bu yüzden boş! Çünkü bu memlekette 90’lardan bu yana bazı temel sorunlar çözülmedi, çözülemedi. Sadece biçim değiştirdi.
Ekonomi diyeceksiniz di mi? Deyin tabi…
Ben Türk parasının değerine bakarım. Bu yazı yazılırken vaziyet aynen şu; Dolar 2,69 / Euro 3,03 / Sterlin 4,13…
Yani Amerikan’ın parası 2 buçuk kat, Avrupalının parası 3 kat, İngiliz’in parası ise benim paramdan 4 kat daha değerli.
***
Tabiî ki 90’lardan bu yana epey yol aldık ama ülke olarak dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geldiğimiz de bir aşikar!
Demokraside 1 adım ileri gidiyoruz, sonra hopp 2 adım geri…
Özgürlükler için 1 reform, sonra hopp 2 sert yasa…
Kürt meselesini çözmek için 1 toplantı, hopp sonra meydanlarda ‘bunlar’ diye hedef gösterme…
Güzel güzel paketler, hopp sonra paketleri unutmalar…
Ve hep çözümü sandıkta görmeler…
Sandık her şeyi aklar, paklar sanmalar…
Sandıktan güçlü çıkınca egemenlik kurmalar…
***
Siz sıkılmadınız mı?
Ben artık çok sıkıldım; seçim üstüne siçim, sandık üstünde sandık…
Sonu önceden belli büyük bir tiyatro oyunu.
İşte size son 2 gün…
Seçin bakalım seçin…
***
Son sözü Cem Karaca’ya bırakıyorum;
         “Eskiden adam gibi
         Oturur meze yerdik
         Şimdi meze yer gibi
         Oturup adam yiyoruz gayri
         O zaman siz buna
         Müstahaksınız len!” 
(05.06.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

21 Temmuz 2015 Salı

BİR ŞEHRİ TOMA’LARLA ZAPT ETMEK!

562 yıl önce Fatih’in gemileri karadan yürüterek fethettiği ve hoşgörü ile zapt ettiği İstanbul’u bugün bizimkiler TOMA’larla zapt etmeye çalışıyor!
Son bir küsur yıldır ne zaman İstanbul’a gitsem bir meydanda, bir köşe başında, bir sokak arasına sıkışmış mutlaka bir TOMA bana göz kırpıyor!
Kadıköy meydanında sıra sıra dizili TOMA’lar… Taksim’de hazır kıta TOMA’lar… İstiklal’de araya saklanmış TOMA’lar… Yollarda bir yerden bambaşka bir yerlere giden hareketli TOMA’lar…
İstanbul’un dört bir yanını sarmış olan TOMA’lar, bir dünya başkenti olan İstanbul’a ‘gri’ bir kimlik kazandırıyor.
Turistleri, gençleri, yaşlısı ve farklı farklı kesimleriyle rengarenk olan İstanbul bir cuntanın; baskı rejimi, bir polis idaresinde yönetiliyor gibi görünüyor.
TOMA’lar İstanbul’a böyle bir fotoğraf veriyor.
***
En son pazar akşamı TT Arena’da bir TOMA karşıma çıktı!
Galatasaray’ın 20’inci şampiyonluğunu kutlamaya gelmiş coşkulu kalabalık; çoluk çocuk, yaşlısı genci, kadını erkeği, formasını giymiş, bayrağını almış akın akın stada gelmiş vatandaşlar TOMA ile karşılanıyor, eleri coplu / kalkanlı polislerle karşılanıyor.
İstanbul, İstanbullu bir köşede hazır bekletilen bir TOMA’ya, mobilize edilmiş polis yığınlarına o kadar alışmış ki, kimse yadırgamıyor şehrin silueti gibi kabullenilmiş.
***
Çok yazık!
İstanbullu bu manzarayı kanıksamış olabilir. Peki turistler? Peki ya benim gibi dışarıdan gelen Türkler? Onlar nasıl görüyorlar böyle bir İstanbul’u?
İstanbul demek Türkiye demek. Türkiye’nin en önemli vitrinidir İstanbul. Ve ben bir Türk vatandaşı olarak İstanbul’da TOMA’ların cirit atmasını istemiyorum. Türkiye’nin böyle bir manzara vermesini istemiyorum.
Nasıl ki İstanbul’dan Adapazarı’na gelmiş bir İstanbullunun Kent Meydanında TOMA’lar görmesini istemiyorsam; aynı şekilde ben de İstanbul’a gittiğimde İstiklal’de TOMA görmek istemiyorum!
Paris’te görmüyorsam, Sofya’da görmüyorsam, Berlin’de görmüyorsam… İstanbul’da da görmek istemiyorum.
***
Bazıları bunun ‘güvenlik önlemi’ olduğunu ve ‘gerekli’ olduğunu söyleyecektir. Tabiî ki, İstanbul gibi bir metropolde güvenlik önlemleri sıkı olacaktır ama bunu insanların, turistlerin gözüne sokmanın bir anlamı yok.
Ortalık yerde TOMA durmaz! Eğer ortalık yerde duruyorsa o güvenlik önlemi değil, kullanmak için ordadır.
Malum; “Birinci sahnede duvarda silah varsa ilerleyen sahnelerin birinde mutlaka patlar.”
***
Arena’daki kutlamalar esnasında da aynen Çehov’un dediği gibi oldu; birinci sahnede vatandaşa ‘güvenlik’ önlemi diye gösterilen TOMA ikinci sahnede stat önünde kutlama yapmak isteyen taraftarların üzerine yürüdü!
***
Kombinesi olanlar, 20 liraya satılan 12 bin bileti kapışan ve karaborsadan 200 liraya bilet sahibi olan on binler stat içerisinde çıngınlar gibi şampiyonluk kutlarken. Dışarıda kalan bizler ise şampiyonluk şarkılarıyla bu coşkuya ortak olmak istedik.
Ancak stadın çevresine yaklaştırılamadık. Meydanları kutlamaya alışık zihniyet (!) stat meydanını da kapattı.
Oysaki o akşam olabilecekler öncesinden kalem kalem görülebilirdi. Dışarıda insanların kalacağı çok aşikar. Stat önüne bir tane dev ekran kurarsınız insanlar orada eğlenir kutlamasını yapar. Siz bunu yapmayın; kutlamayı biletle satın, vatandaşı karaborsacıya mahkum edin. Sonra taşkınlık olacak, sorun çıkacak diye polisi halkın üstüne gönderin.
Bu durum tam anlamıyla bir yönetimsel rezalettir!
Medeniyetsizlik göstergesidir!
İstanbul gibi dünya başkenti olma iddiasındaki bir şehir için felaket bir durumdur!
***
İstanbul’un fethini görkemli şekilde yığınlarla birlikte kutlamak elbette çok güzel. O gösterileri seçim propagandasına dönüştürmek elbette çok akıllıca.
Ama biraz da o İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet döneminde nasıl yönetildiğine de bakmak gerekmez mi?
Ecdadın engin hoşgörüsünü, geniş alçak gönüllüğünü ‘pas’ geçmek kime fayda sağlar.
Baskıyla ve korkuyla şehirler yönetilemez. Bu manzaralar çok uzun sürmez.
Çok küçük bir hatırlatmayla konuyu bağlayalım.
2009 yılında İtalya’da dönemin başbakanı Berlusconi’nin isteğiyle çıkartılan bir yasayla birlikte Roma’da 30 bin asker görevlendirildi ve şehir ‘sıkıyönetim’ havasına bürünmüştü. Ama artık böyle değil. Batı Roma ‘sıkıyönetim’ görüntülerinden kurtuldu.
Darısı doğu Roma’nın başına! 
(03.06.2015 Bizim Sakarya Gazetesi) 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

BEN DE SİZİ ALKIŞLIYORUM!

Adalet için, Kalkınma için, İstikrar için, Türkiye için, Tek başına İş başına (2002)
Durmak yok yola devam (2007)
Herşey Türkiye için (2011)
ve son olarak
Onlar konuşur, AK Parti yapar
***
AK Parti’nin kurulduğu yıldan bu yana katılmış olduğu parlamento seçimlerinde kullandığı sloganları alt alta yazdığınız zaman bir bütünlük görüyorsunuz. Bir de buna genel seçimlerin arasında yapılan seçimlerde kullanılan sloganları da eklerseniz, elinizde bir bütünü anlatan sloganlar silsilesi bulursunuz. Sloganları tek başına yan yana koysanız bir öykü ortaya çıkar.
İktidar yürüyüşündeki en büyük katkı hiç kuşkusuz PR çalışmalarıdır. Siyasi PR olarak son 13 yıldır AK Parti’nin ne kadar başarılı olduğunu herkes görüyor. Bu başarının en büyük etkeni hiç kuşkusuz bütünlük. İlk seçimden son seçime kadar bir tema bütünlüğü var. 2002 yılında ‘Türkiye için’ diyen AK Parti 2015 yılına gelindiğinde bu noktadan çok uzaklaşmadığını, ‘Yeni Türkiye’ vurgusu yaptığını görüyoruz.
Seçmenin aklı karışmıyor! Bir öyle bir böyle vaatlerle uğraşmıyor, hep aynı söylem karşısına konuluyor.
***
Ayrıca reklam danışmanları ‘kurnaz’ imgeler kullanarak seçim sloganın güçlenmesini sağlıyorlar.
Aynı durumu şu anda da yaşıyoruz; AK Parti’nin ‘Onlar konuşur AK Parti yapar’ sloganı sosyal medyada hem pozitif hem de negatif karşılık buluyor. AK Parti karşıtları sloganı baz alarak hazırladıkları her yeni capste tam da AK Parti halkla ilişkiler uzmanlarının istediklerini yapıyorlar; sloganı güçlendiriyorlar.
Teknik işe yaradı!
Aynı teknik 2011 yılında da kullanıldı. O zamanın ‘Herşey Türkiye için” sloganındaki ‘her şey’ kelimesi bilerek yanlış yazılmıştı.
İşte ‘İktidara Giden Yol’’da bu küçük değişiklik nasıl anlatılıyor:
“Kurumsal kimliğe, kampanyaya ve partiye ruhunu veren “Herşey TÜRKİYE için” cümlesiydi. Bu yüzden ona özel bir özen gösterdik. Normalde “her şey” ayrı yazılırken bitiştirdik ve Türkiye’nin daha da öne çıkması için büyük harflerle yazıp puntosunu biraz büyüttük. “Her şey”i bitişik yazdığımız için, karşı taraftaki olarak nitelendirebileceğimiz yazarlar ve çizerler bizi çok eleştirdi. Bu da uyguladığımız piar’ın bir parçasıydı. Onların eleştirmeleri sayesinde slogan iyice güçlenerek, çok daha etkili bir hale geldi.”
***
Şimdi de karşı cepheye, ana muhalefet partisine bakalım. CHP’ye.
CHP’nin son 10 yıldır kullandığı seçim sloganlarını, hiç düşünmeden bir çırpıda hatırlayabilen var mı?
Ben hatırlayamadım. İnternette bir araştırma yapmak zorunda kaldım. Bulabildiğim bazı sloganlar şöyle;
Tek başına iktidar, Türkiye için (2002)
Bu ana slogan ‘Ocağınıza incir ağacı dikilmesin’ ve fonda bir ‘kabak’ fotoğrafıyla verilen ‘Başınıza patlamasın…’ gibi afişler kullanılmış.
Herkes için CHP (2007)
Şimdi CHP zamanı (2011)
ve son olarak yayınlandığı günden bu yana her kesimin farklı farklı yorumladığı ‘Alkışlıyoruz’ sloganı.
Alkışlıyoruz, milletçe alkışlıyoruz!
***
Doğru bir kampanya mı? Başarılı bir reklam mı? Slogan tuttu mu? Bunlar çok tartışıldı. İyi bir reklam, iyi bir slogan olabilir. Ama bana göre iyi bir siyasi reklam değil.
Neden?
Çünkü neyi alkışlıyoruz? Kim alkışlıyor? Bunu benim 75 yaşındaki neneme nasıl anlatıyorsun? Sivas’ın Suşehri ilçesindeki Ömer ağaya, hadi ağam alkışlıyoruz deyince bunun karşılığı nedir?
Halka doğrudan ve basit kelimelerle anlatılması gereken mesaj karmaşık imgelerle sunuluyor. Zihni yoruyorsunuz, halkı düşünmeye imgeler ve olaylar arasında bağlantı kurmaya teşvik ediyorsunuz. Reklam değil de kamu spotu gibi.
Trafo var… kedi var… bunları bağla şimdi
Madenci bareti var… protesto alkışı var… bağlantı kur şimdi…
Avukat var… duruyorlar… ne demek isteyebilirler ki…
Sen Soma’da ölüm oldu, elektrikleri kestiler böyle oldu, adalet bitti deme, diyeme… Sonra alkışlıyoruz…
Ben de seni alkışlıyorum… Aman iktidarın rahatını bozmayalım da bize düşeni alalım yeter, mantığıyla seçime hazırlandığın için.
Ben de seni alkışlıyorum… Vurucu sloganlarla ban ban iktidarın yüzüne yanlışlarını vurmak yerine halka beğin jimnastiği yaptırdığın için.
Ben de sizi alkışlıyorum…
Şak şak şak… 
(22.05.2015 Bizim Sakarya Gazetesi) 

10 Temmuz 2015 Cuma

SAKARYA’NIN YÜKSELEN DEĞERİ

Dış mekan süs bitkiciliği sektöründe Sakarya son 10 yıldır hem Türkiye’de hem de dünyada adından ciddi derecede söz ettirmeyi başardı. Sakarya’nın iklim ve toprak yapısından dolayı bitki üretimindeki avantajı burada iş yapan firmaların en büyük getirisi konumunda. Sakarya’da üretim yapan birçok firma bugün hem Türkiye’de hem de dünyada bilinen markalar haline gelmeyi başardı. Bunların başında Arifiye Fidancılık, Prestij Fidancılık ve SMS Marmara geliyor. Örneği SMS (Sakarya-Marmara-Sakarya) Marmara Gruop bünyesinde bulunan Marmara International Dubai’de yatırım yaparak dünyaya açılan Sakarya kökenli bir firma olmayı başardı. Öte yandan Arifiye Fidancılık her yıl dış mekan süs bitkileri alanında ülkede ihracat başarısı elde ediyor.

19 KAYITLI FİRMA
Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB)’un 7 alt birliğinden birisi olan Süs Bitkileri Üreticileri Alt Birliği (SÜSBİR)’e üye 19 firma üye. SÜSBİR’in mayıs ayında gerçekleşen Mali Genel Kurulu’nda üyelik aidatının düşürülmesi kararı sonrasında bu sayının Sakarya’da artması bekleniyor. Bu sayı real üretim yapan firma sayısını göstermiyor; kesintiler, üyelik giriş ücreti ve üyelik aidatlarının yüksek oluşundan dolayı birçok firma SÜSBİR’e üye olmaktan kaçınıyor. Sakarya’da dış mekan süs bitkiciliği işiyle ilgilenen 100’den fazla firma mevcut. Sakarya İli Süs Bitkileri Yetiştiriciliği Birliği’nin 120 üyesi bulunuyor.

ÜRETİM ALANLARI
Türkiye’de geçen yıl 456 milyon 26 bin 600 adet dış mekan süs bitkisi üretildi. Orta Anadolu İhracatçılar Birliği’nin rakamlarına göre Türkiye 2014 yılında canlı bitkiler alanında 45 milyon Dolar, ağaç dalında da 10 milyon Dolardan fazla ihracat rakamlarına ulaştı. Ülkede üretilen süs bitkilerinin önemli bir kısmı Sakarya’da yer aldı. Sakarya’da üretim alanları ciddi boyutlara ulaştı. Ancak yıllara göre bakıldığında Sakarya’da süs bitkiciliği üretim alanları değişiklik gösteriyor. TÜİK rakamlarına göre ülke çapında 2014 yılında 49 bin 19 dekar alanda süs bitkisi üretimi yapılırken, Sakarya’da 12 bin 644 dekar alanda süs bitkisi üretimi yapıldı. Sakarya’da üretim alanındaki bu rakam 5 yıl önce (2010) 18 bin 785 dekardı. Türkiye’de süs bitkiciliğinin ilerleme gösterdiği 2005 yılında ise üretim alanı sadece 3 bin 698 dekardı. 2009 yılında 7 bin dekar üretim alanını aşan Sakarya 2011’de 13 bin 67 dekar, 2012’de 11 bin 325 dekar ve 2013 yılında ise 12 bin 544 dekar üretim alanına sahipti. Bu rakamların değişiklik göstermesini uzmanlar süs bitkiciliği alanında yeterince desteklemenin bulunmamasına bağlıyor.

YANIK FİDAN TANITIM ALANI
Sakarya’da süs bitkiciliği üretimi ciddi bir paya sahip olmasına rağmen üretim alanlarının dalgalı bir seyir izlemesinin başlıca sebebi gerekli desteklenmenin bulunmaması. Sakarya’da üreticilerin en büyük sorunu ise arazi bütünlüğünün sağlanamaması. Öte yandan üreticiler yerel yöneticilerden gerekli desteği görmemekten de yakınıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen süs bitkiciliği konusunda olumlu adımlar da atılıyor. Bunların başında Yanık’ta bulunan Sakarya-Bir’e kiralanan Sapanca Fidan Tanıtım ve Sergi Alanı. 180 dönümlük ve yaklaşık 5 milyon TL harcanarak oluşturulan alan küçük ve orta ölçekli üreticilerin fidanlarını pazarlamasını kolaylaştıracaktır.

ULUSLAR ARASI BOTİNAK MERKEZİ
Sakarya üretimine değer katacak bir diğer proje ise Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü Uluslararası Botanik Merkezi. 350 bin dönüm arazi üzerinde inşa edilen merkezde süs bitkiciliği yetiştirilecek. Tarım teknolojilerinin kullanılacağı seralar, tohum çeşitliliğini artıracak tohum bankaları, idari ve sosyal tesisler ile ticari üniteler yer alacak. Fuar alanını da bulunacağı merkez tamamlandığında Sakarya’da süs bitkiciliğini daha önemli bir noktaya getirecek. 
(08.07.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

TALİHSİZ BİR PANKART

“Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli”
Bu güzel Hadis-i şerifin üzerine çok konuşacak bir şey yok aslında.
Açıkçası ben de lafı çok uzatmak istemiyorum. Sadece gözüme çarpan ve beni çok rahatsız eden bir durumdan bahsedeceğim. Belki başkasını da rahatsız etmiştir!
***
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’a seçim propagandası için hazırlanan billboardda bakanlığın faaliyeti ön plana çıkarılmış. Sosyal devlet olmanın gereği olarak yerine getirilen dul kadınlara bir miktar maaş bağlanması pankartta anlatılıyor.
Ama bu güzel adım anlatılırken adeta vatandaşın gözüne sokuluyor. Büyük puntolarla şöyle yazılmış:
         “300 bin kadınımıza maaş”
Ne var bunda, ne güzel işte!
Bunda bir şey yok zaten! Sıkıntı bu slogan cümlenin üst başlığı.
Büyük harflerle aynen şöyle bir ifade kullanılmış:
         “Eşi vefat eden”
***
Yani
         “Eşi vefat eden 300 bin kadınımıza maaş”
Saçmalık bununla da bitmiyor.
İmza olarak, son günlerin sakızlaşan sloganı kullanılmış:
         “Onlar konuşur, AK Parti yapar”
***
Tersten başlayalım.
Ben bugüne kadar Türkiye’de herhangi bir partinin bir kadına “senin eşin ölsün de ben de sana maaş bağlarım, gül gibi geçinip gidersin” diye vaatte bulunduğunu görmedim, göreceğimi de sanmıyorum.
Her sloganın altına alışkanlık olarak yerleştirdiğiniz -onlar konuşur, biz yaparız- lafı buraya uymamış.
***
Kendisi de iyi bir edebiyatçı olan Sayın İslam da şüphesiz hak verecektir ki, kelimelerin gücü kılıç kadar keskindir.
Yunus Emre’nin dediği gibi;
         “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı”
‘Ölüm’, ‘vefat’ gibi kelimeler reklam metinlerinde tercih edilen imgeler değildir. Gazetecilik dersleri de vermiş olan Bakan Hanım bunu mutlaka biliyordur.
Halk arasında bile ‘kocası öldü’ denilmez de, ‘dul kaldı kadıncağız’ denilir. Kırmak istenmez kimse, acılar tazelenmesin diye.
***
Demem o ki, ‘vefat’ kelimesi yerine pekala ‘dul’ kelimesi kullanılabilinirdi.
TDK Sözlüğünde ‘dul’ kelimesinin karşılığı aynen şu: “Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek.”
Tam olarak karşılamıyor belki ama daha ortada bir duruş.
Zaten reklam metninde de detaylar yok!
***
300 bin kadına maaş verildiği söyleniyor sadece.
Bu 300 bin kadının kim olduğu belirtilmemiş.
Mesela bu 300 bin kadının içerisinde Soma’da yaşamını yitiren 301 madencinin eşleri de var mı?
İş cinayetlerinde ölen erkeklerin eşleri de var mı?
Devlet terörüne kurban giden adamların kadınları da var mı?
Şehit düşen polis ve askerlerin eşleri var mı?
Bu 300 bin rakamının kaçı eceliyle Hakkın Rahmetine kavuştu, kaçı canını emanet ettiği devletin duyarsızlığı ve ihmalleri sonucu vefat etti?
***
Her bir vatandaşın can ve mal güvenliğinden bizzat sorumlu olması gereken devlet, görevini yerine getiremeyince, bazı ölümleri –fıtratında var- diye kabullendirince geride kalan gözü yaşlı kadınlara teselli ikramiyesi(!) mi veriyor. Bunu düşünmek bile istemiyorum!
***
En başta da hatırlattığımız gibi, “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli”. Ve devletin, hele ki adında ‘Sosyal Politikalar’ bulunan bir bakanlığın asli görevini reklam malzemesi olarak kullanmamalı.
Peki…
Neymiş bu maaş ki, bu kadar büyük billboardlara çıkartılıyor?
***
Aylık 250 TL
(20.05.2015 / BİZİM SAKARYA GAZETESİ) 

9 Temmuz 2015 Perşembe

ADA’NIN OLAN ADABAZARILI OLAMAYAN YAZAR

Adapazarı’nı Sakarya’ya mağlup eden koca koca adamlar; ‘Adapazarı’nı yanlış yazdın diyen çığlıklarınızı duyar gibiyim.
Sakin olun, ölümcül bir hata değil!
***
Şöyle yazmış zamanında yazar:
         …Adam:
-         Sen nereye gidiyorsun hemşerim?
dedi…
-         Adapazarı’na dedim.
-         Adabazarlı mısın?
‘P’yi ‘B’ gibi söylemesinden bizim memleketin yabancısı olmadığını anladım. Gözümün önüne Çarksuyu, Erenler Tepesi, Beşköprü’deki Hacıbey’in Köşkü, amcamın, balkonunda çingenbacak elmaları kabaran evi geldi…
***
Türk edebiyatının büyük öykücüsü böyle dillendiriyor Adapazarı hasretini ‘Hikaye Peşinde’ adlı eserinde Sait Faik Abasıyanık.
Büyük yazar 1906 yılında Adapazarı’nda dünyaya gözlerini açıyor. Yaşamının büyük bir kısmı burada geçiyor ve kaleme aldığı eserlerin birçoğunda Adapazarı’ndan bahsediyor.
Bugün Abasıyanık’ı bütün Türkiye ‘Ada’nın yazarı’ diye biliyor. Haksız değil tabi ki kimse. Ancak Abasıyanık sadece Burgaz Adası’nın değil Adapazarı’nın da yazarıdır.
Adapazarı ile Abasıyanık arasındaki bağı güçlendiremediysek, biraz da bunun suçunu kendimizde aramalıyız.
***
Salı günü bizim gazetenin manşeti başarılıydı.
Büyük yazarın ölümünün 61’inci yılını unutmayan gazete, yazara kendi memleketinde ‘birazcık saygı’ gösterilmesini istedi.
Bu saygının en büyük parametresi de tabiî ki, Mithatpaşa Mahallesi’ndeki Abasıyanık Parkı’nın ve park içerisindeki Sait Faik heykelinin rezil durumu.
Bu şehir ve bu şehrin yöneticileri Sait Faik’e sırt çevirmiştir; onun mirasını kabullenmemiş ve Adapazarı’nı ‘Abasıyanık’ın şehri’ olması için hiçbir adım atmamıştır.
Hep Ada’lı yazar olmuş ama hiç Adapazarılı yazar olamamıştır. Buna sahip çıkmamız için de bizim güçlü bir irade gösterdiğimiz söylenemez.
Bunun heykel gibi dimdik duran ispatı da o parktaki Abasıyanık heykelidir.
***
Ne zaman Abasıyanık heykelini görsem, içim acıyor! Sonra Nazım’ın şu sözleri aklıma düşüyor:
         “Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,
         Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor.”
***
Sonra aklım Yunanistan’ın Kavala limanına firar ediyor bir çırpıda. Üzülüyorum; kendi değerlerimize karşı biz neden böyle hoyratça davranıyoruz diye yüreğim burkuluyor.
***
Aklım Yunanistan’a firar ediyor; çünkü ömrümdeki en büyük şoklardan birisini Kavala’da yaşadım. İlk kez Yunanistan’a seyahat ettiğim zaman Osmanlı için de önemli olan liman şehirlerinden Kavala’yı özellikle görmek istemiştim.
Balkan dağlarının sıcak denize ilk temasını gerçekleştirdiği Kavala körfezine kuş bakışı manzarası bulunan eski Kavala sokaklarını dolaşırken büyük bir heykel meydanda karşıladı beni.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın at sırtında muhteşem heykeli Yunanlılar tarafından yapılmış ve hemen Osmanlı Valisi’nin yaşamını geçirdiği müze evin yanına dikilmiş.
Yunan topraklarında bir Osmanlı Paşa’sının heykeliyle karşılaşmak beni etkiledi hiç şüphesiz. Hele ki, o heykel daha sonra Osmanlı Sarayı tarafından asılmış bir adamın heykeli olunca daha da bir tuhaf oluyor insan.
Nedenini sorunca, rehberden aldığım yanıt şu oldu; Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Kavala’ya yapmış olduğu hizmet ve iyiliklerinden dolayı bir nevi minnettarlık.
Gururum okşanmadı desem, yalan olur.
Tarihe; o tarih kimin ve kimden gelirse gelsin sahip çıkmasını iyi bilen Yunanlıları bir kez daha takdir ettim.
***
Peki biz?
Bizans’tan miras kalma ‘Justinianos Köprüsü’nü ‘Justinianos’ diye adlandırmayı bıraktık.
Çağdaşımız olan Sait Faik Abasıyanık heykeline kuşlar gagalasın diye tutuyoruz sadece.
Yazık!
O heykel Adapazarı merkezine yakışır. Abasıyanık şehriyle buluşur.
Adapazarı Belediyesi şehrin değerlerine böyle sahip çıkar. 
(14.05.2015 / Bizim Sakarya Gazetesi) 

8 Temmuz 2015 Çarşamba

BİLİĆ

Ekrandan takip ettiğim her dönemde karizmatikti.
1996 Avrupa Şampiyonası’nda takımının taş gibi defansının en sağlam oyuncusuydu. Kulağında küpesi, dağınık saçları ile karizması yerinde.
Hele ki, Hırvatistan’ın Dünya üçüncüsü olduğu 1998 yılında zirve yapmıştı. Damalı Hırvat formasıyla adeta bir kral soytarısına benzeyen Şuker’in gol karalı olduğu o turnuvada defanstaki duruşu ve karizmasıyla büyük kulüplerin dikkatini çekmişti artık.
Türkiye Hırvatistan ile kader maçına çıktığında Adanalı Fatih Terim’e ‘posta’ koyarken yine karizmasını konuşturuyordu, başında beresi ve küpesiyle…
***
Hukuk Fakültesi mezunu olan, çok iyi gitar çalan defansın asi çocuğu Slaven Bilić’in yolu Türkiye ile kesiştiği zaman bunun Türk futbolu için büyük bir katkı olacağını biliyordum.
Yanılmadım!
Bilić, kısa sürede taraflı tarafsız herkesin takdirini topladı.
Bilić’in Beşiktaş’a çok büyük katkı sağlayacağını da biliyordum. Yeter ki, Beşiktaş yönetimi ve taraftarı sabredebilsin.
Olmadı!
Bugüne kadar yıllarca kasayı boşaltan kulüp başkanlarına, takımın tazminat paralarıyla zenginlik içinde yaşayan futbolculara, veda ve feda’lara sabır gösteren Beşiktaş bu kez Bilić’e sabır gösteremedi.
***
Beyaz sakalı, sakat olmasına rağmen yedek kulübesinde bir dakika oturmaması, alçak gönüllüğü ve futbolun bir oyun olduğunu bilen tavrı ile herkesin beğenisini toplayan Bilić, iki sezonun ardından Beşiktaş’la yollarını ayırıyor.
2 artı 1 yıllık anlaşması bulunan Bilić’e artı 1 şansı tanınmıyor! Hiç kupa kazanamayan, hiç derbi kazanamayan Bilić, bazıları tarafından başarısız kabul ediliyor.
***
Bilić, ilk yılında Beşiktaş’ı lig üçüncüsü yaparak takımının Avrupa’da sahne almasını sağladı. İki hafta öncesine kadar ise şampiyonluk şansı devam ediyordu ve bu yıl ligi 3. sırada bitiriyor.
Bilić’ten önce ise şöyle bir tablo var Beşiktaş’ın önünde; 2010 – 4. / 2011 – 5. / 2012 – 4. / 2013 – 3.
***
İstatistiksel olarak bakıldığında takım başarısı sabitlenmiş gibi görünüyor. Lakin bu rakamların dışında tutulan gelişmeler var. Hırvat teknik adam sportif ve siyasal olarak çok zor bir süreçte Beşiktaş’ın başına geçti. Takımın stadı yoktu. Daha da önemlisi Gezi olayları patlak vermiş ve Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı siyasal iktidarın ‘sakıncalı’ listesine girmişti. Takım üzerinden oyun üstüne oyun oynandı!
Bilić’in daha ilk yılı. Sezon yeni başlamış. Trabzonspor galibiyeti ile lige iyi bir giriş yapan Beşiktaş çok erken sayılacak bir dönemde, 5. haftada, Galatasaray derbisine çıkıyor. Stadı bulunmayan Beşiktaş rakibini Olimpiyatta ağırlıyor. Ama bir farkla; sadece Galatasaray’ı değil, o güne kadar ortalıkta olmayan ‘1453 Kartalları’ diye bir grup da tribünde yerini almış! Taraftar sahaya giriyor, olaylar çıkıyor. Beşiktaş ceza yiyor! Zaten stadı bulunmayan Beşiktaş itici gücü taraftarından uzaklaştırılıyor. Sonra da ‘1453 Karatlları’ ortalıktan kayboluyor!
O günden sonra adeta göçebe hayatı yaşamaya başlayan takım Kasımpaşaspor’un stadı olan Recep Tayyip Erdoğan’dan da kovuluyor!
Bilić’li Beşiktaş 2 sezonda İstanbul’da 3 ayrı statta, Konya’da ve Ankara’da maçlara çıktı. Sezon içerisinde şöyle cümleler kurduk: “Beşiktaş Konya’da Trabzonspor’la oynuyor.”
Sezon içerisinde tam bir Türkiye takımı oldu. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Liginde gösterdiği başarı ile Türkiye’nin gururu oldu.
***
Bugün gelinen nokta maalesef futbolun acımasız yüzünü gösteriyor. Çünkü futbol sonuç odaklıdır.
Bunu bizzat Bilić vaktiyle söylemişti; Kazandığın son maç kadar güçlüsündür!
Ve ne kadar çabuk unutuyoruz!
Club Burgge maçı öncesi aynen öyle demişti Bilić, ne kadar çabuk unutuyoruz.
“Bu takımın Premier liginin en formda ekiplerinden Liverpool’a karşı nasıl futbol oynadığını hemen unutmamak gerekir.”
***
Bilić’in hem Beşiktaş’a hem de Türk futboluna kattıklarını hemen unutmamak gerekir. Tüm renklerin sevgilisi olduğunu, futbol sahalarının böyle centilmen teknik direktörlere ihtiyacı olduğunu unutmamak gerek.
Teknik direktörler gider giler, bu sorun değil ama Bilić Beşiktaş’ın yeni stadında hocalık yapmayı, taraftarıyla evinde buluşmayı hak ediyordu.
***
Renksiz takıma renk kattın,
Gerilimli futbola neşe verdin,
Yolun açık olsun asi çocuk! 
(27.05.2015 / BİZİM SAKARYA GAZETESİ) 

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...