31 Ağustos 2016 Çarşamba

BELEDİYE BEDAVA OVERLOKÇU TUTSUN

Benim gibi geceleri uyanık olup da sabahları birkaç saat uykuyla yaşamını idame ettirenler için bu şehir tam bir işkence. 
Sokak köpekleri ve onların yüksek desibel müzik korusundan hiç söz etmeyeceğim. Sokak Hayvanları Geçici Bakım Barınağı açıldığı için söz söyleme hakkımız yok. Şimdi bekleyip görelim. Umudumuz önümüzdeki yerel seçimlerde sokak hayvanları sorunumuzun kalmaması. 
Sabahları uyumak konusuna gelince… Böyle bir durum tam bir işkence. (Bu ara Ramazan olduğu için simitçimiz gelmiyor ama onu da pas geçmeyelim.) Önce yumuşak ses tonuyla ‘simitçiyaaaaa!!!’ amca gelir. 15 dakika onun anonsuyla yatakta debelenirsiniz. 
Tekrar uykuya dalmaya başladığınız anda bu kez ses sitemiyle iyi donatılmış bir ‘patatesçi’ sokağınızı çınlatır. Patatesssss, soğannnnnnnn!!!!!! 
Yataktan fırlar, sağlam bir küfür basarsın. Camı, kapıyı kapatıp tekrar yatış pozisyonuna geçersiniz. 
Birazcık rahatlamış gibisinizdir. Bu lük fazla uzun sürmez. Az sonra ‘5 dakika overlokçusu’ kapınıza dayanır. Halı kenarlarına overlok yapılır, 5 dakikada yapılır hemen teslim edilir… 
En iyisi duş alıp işe gitmek… 
*** 
Şehrime Sahip Çıkıyorum diye bir proje vardı. Bu projeye bedava olevrok hizmeti dahil edilse de vatandaşlar ‘5 dakika overlokçu’ işkencesinden kurtulsa nasıl olur? 
SESOB, Büyükşehir, SATSO vesaire bununla ilgilenir mi acaba… 

*** 

YARGI REFORMU KİME LAZIM? 

Hala soğukkanlılığını koruyarak ve ‘aptalım ben’ maskesini yüzünde taşıyarak cezaevi arabasına doğru ilerliyordu. 
O kadını televizyonun mavi ekranında her gördüğümde kanım donuyor. 
Çorlu’da yaklaşık 16 ay önce işlenen korkunç cinayetten bahsediyorum. Bir anne 6 yaşındaki çocuğunu dostuyla birlikte öldürdü. 6 yaşındaki Muhammed’i öldürmelerinin sebebi ise kuvvetle muhtemel yavrucağın annesi ve dostunun ilişkisine tanık olması. 
Olay daha sonra Çorlu’da 6 yaşında çocuk kayıp, diye TV’de kadın programlarına taşındı. Müge Anlı olayı eşeledikçe işin rengi değişti. İşin rengi değiştikçe korkunç cinayet ortaya çıktı. 6 yaşındaki Muhammed annesi ve sevgilisi tarafından öldürülmüş ve cesedi bir tarlaya atılmıştı. 
O dönemlerde işsiz olduğumuz için Muhammed Fırtına cinayetinin nerdeyse bütün ayrıntılarını yakinen takip ettik. Dün sabah katil Dilber Fırtına yeniden hakim karşısına çıktı. Televizyonda Dilber’in cezaevi arabasına doğru gelişini izlerken bu davanın neden hala uzadığını düşündük. 
Dilber, kendi küçük beyin zarının zorlamasıyla bir cümle kurdu: “Adli Tıp Raporu gelecek.” Ulan Adli Tıp Raporu gelse ne olacak? Karakolda ve TV ekranları karşısında cinayeti işlediğini kabul eden iki kişi var. 
İfadelerin ardından olay mahkemeye intikal etti. Nisan 2009 yılında yaşanan olayda daha sonra mahkeme süreci başladı. Ben bile kaç aydır mahkemenin sürdüğünü hesaplayamıyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki, dün yapılan davada Dilber 5. kez hakim karşısına çıktı. Aşağı yukarı 15 aylık bir yargılama süreci var. Ve gelinen bir nokta yok. Bir sonuç yok. Hala mahkemeye Adli Tıp Raporu’nun ve bazı eksik evrakların gelmesini bekliyoruz. 
Adaletin bu mu Türkiye dedirten bir durum… 
Başlığımızda sorduğumuz soruyu tekrarlayalım? Yargı reformu kime lazım? Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yı dize getirip kendi büyüklüğünü göstermek isteyen AKP iktidarına mı? Yoksa Adalet Sarayı koridorlarında aylarca o evrak gelecek, bu belge eksik diye diye ve döne döne adalet arayan vatandaşlara mı? En basit adli yargılanmalar bile aylar sürüyor. Vatandaşın adalete olan güveni sarsılmış durumda. Zaten sağlam değildi. Bu konuda ciddi bir çalışma yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Adaletteki bu düzeni AKP bozdu demiyoruz, ama AKP düzeltmek için bir şey yapmıyor. Kendi işine gelecek olan Anayasa Mahkemesi ve HSYK düzenlemesini, vatandaşın işine gelecek Yargı Reformu haline dönüştürmeli. 
Aksi durumda memlekette demokrasi duygusu yerine idam isteği yeşermeye devam edecek.

(Bizim Sakarya Gazetesi / Arşiv)

30 Ağustos 2016 Salı

BAY-KAL’MA, GİT!

Haddimiz değil ama küçük bir rol çalalım; bugün CHP İl Başkanı Vahit Serbes’in yerinde olsaydım nasıl davranırdım? Muhtemelen Deniz Baykal’a git, derdim. Bay-Kal’ma git. Artık git! Olumlu bir sonuç, son derece olumsuz bir yolla elde edilmiş oldu. Ama sonuçta, yıllardır CHP tabanın, sosyal demokrat kesimin, solun beklediği değişimin zamanı geldi. 
Bugün, CHP İl Başkanları bir araya gelerek hafta sonu yapılacak kurultay öncesinde Genel Başkanlık için adaylık konusunu netleştirecekler. Genel eğilim il başkanlarının Deniz Baykal’a ‘geri dön!’ çağrısı yapacakları üzerinde. Benim en iyimser beklentim il başkanlarının, iyi hazırlanmış bir metinle birlikte ‘anlayana kaset saz, anlamayana yüzde 46 az’ diyerek Deniz Baykal’a kendi hanedanlığının bitmesi gerektiğini anlatmaları. Ama bu beklenti büyük bir olasılıkla boşa çıkacak. Çünkü o Deniz Baykal hanedanlığının bir parçası da bizzat il başkanlarının çoğunluğunu oluşturuyor. 
*** 
Bu satırlar PC ekranında şekillenirken CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkanlık için adaylığını resmen açıkladı. Şimdi il başkanlarının üzerindeki sorumluluk daha büyük. Bugün il başkanları ‘ya tamam, ya devam’ kararı verecekler. Ya kısırdöngü siyaseti üreten bir CHP devam edecek ya da ‘yeni sol’ eğilimlerden yararlanarak Türkiye’nin ihtiyacı olan taban siyaseti yapacak bir CHP için karar verilecek. 
Öte yandan, Deniz Baykal’ı yeniden siyaset arenasına çekmek, Türk siyasetinde ‘yatak’ muhabbetine zemin hazırlamak demektir. Zira ‘ben o konuya girmeyeceğim’ diye mahallenin namuslu delikanlısı izlenimi uyandırmaya çalışan Başbakan Erdoğan, miting alanlarında ‘yatak odası’ konuşmalarına şimdiden başladı bile. İzmir’de ve Atina dönüşü uçakta gazetecilere söylediği sözler Erdoğan’ın yaz boyunca referandum mitinglerinde ‘yatak odası’ muhabbeti yapacağının bir göstergesi. 
*** 
Son yerel seçimlerde iyi bir sıçrama sağlayan CHP’nin genel seçimlere yenilenmiş bir üst kadro ile gitmesi partideki başarıyı güçlendirir. Görünen o ki, CHP’de yeniliğin iki önemli ismi olan Kemal Kılıçdaroğlu ve İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in bu değişim hareketi için güçlü bir desteğe ihtiyacı var. 
Değişim herkesin özlemi diyen Tekin, İstanbul İl Kongresi sonrasında Newsweek’e verdiği röportajda hafta sonu Ankara’daki kurultayda büyük farkların yaşanacağının ipucunu veriyor adeta. Tekin’in sözleri umut verici: “Değişim sadece CHP'lilerin değil, herkesin özlemi ve CHP bu değişimi sağlayacak. (…) Sosyal demokratsınız ama dindarlarla, Kürtlerle aranızda mesafe var, ne kadar ayıp bir şey. Kaldı ki, geçmişte en çok oyu, bugün kentin çeperi dediğimiz ve belli bir partiye angaje gördüğümüz o insanlardan almışız. İstanbul'daki anlayışı bütün illere yaymalıyız. Genel merkezde ciddi bir çalışma var. 22 Mayıs'taki kurultayda yepyeni bir anlayış ortaya çıkacak. Partideki örgütlenme yapısı değişecek, temel sorunlarla ilgili Türkiye'ye bir vizyon sunulacak. Benim beklediğim CHP, bu.” 
*** 
Ötekileştirilmiş kesimi kucaklayacak, ezilenlerin umudu olacak ve Türkiye’de ‘değişim’ kriterine katkı sağlayabilecek bir CHP, sandıktan güçlenerek çakacaktır. Kılıçdaroğlu ve Tekin ikilisinin İstanbul’da sergiledikleri başarılı politikaların bütün yurda yayılmasıyla da CHP’nin iktidarı yakalaması muhtemel görünmekte. 
İşte tam da bu noktada il örgütlerinin değişime inanmaları gerekiyor. Ve değişimin ilk halkası bugün il başkanları toplantısında başlayacak. Vahit Serbes de delegeleri ve güçlü Deniz Baykal hanedanlık yapısını düşünmemeli. Değişime, evet diyerek Kılıçdaroğlu’na destek vermelidir. Kılıçdaroğlu’nun basın toplantısında sarf etiği şu sözler anlamlı: “Halka umut vermeliyiz. Halkımızın oylarıyla iktidara gelmek için hazırlıkları başlatmalıyız. Herkesi parti sorumluluğu ile davranmaya davet ediyorum.” 
*** 
Başında söylediğimiz gibi, olumlu bir sonuç son derece olumsuz bir yolla elde edilmiş oldu. Ancak, Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olması bütün olumsuzlukları silecektir. İşte bunun için bugün Vahit Serbes’in de Baykal’a git, demesi gerekiyor. 

(Bizim Sakarya Gazetesi / ARŞİV)

29 Ağustos 2016 Pazartesi

GÖÇMEN OLMAK!

Sürekli yuvarlanan bir taş gibi neredeyse hiç yosun tutamamak, hiç yer edinememek demektir göçmen olmak. Sürgün geçmişinden kalan yaralarının yer yer kanamasıdır göçmen olmak. Mutlusundur ama hep içinde bir sızı, hep içinde bir acabayla yaşarsın.
Önce ayakta durmak için çabalarsın; yaşama tutunmak için çalışırsın. Sonra… Zaman artık dönmek için çok geç, kalmak için ise erken olmuştur. Doğdun öz vatanın yabancı, yabancı vatanın öz yuvan olmuştur.
Hiçbir kimseyi tanımadan göç ettiğin şehirde gün gelir selam vere vere yürürsün yollarında. Yeni doğumlar hayat verir göçmen ailesine. Ve nasıl olduğunu anlamadan mezarları doldurmaya başlarsın bir bir… İşte o günde artık her türlü karar için geçtir. Neresi vatan, neresi sıla duygular birbirine karışır.
***
Zor zanaattır göçmen olmak. Bir o kadar zor iştir göçmen çocuğu olmak. Asıl sizin istikbaliniz için göç edilmiştir; yeni yurtlar bulunmuş, yollara düşülmüş, sınırlar aşılmıştır. Ve bir gecede sizin bütün hayatınız değişmiştir. 89 ve sonrasında bu düşünceyle, ‘çocuklarımız daha iyi yaşasın’ diye İskandinavya kıyılarından Anadolu bozkırlarına kadar tüm Avrupa kıtasına ve hatta Kanada’dan, Amerika, Avustralya’ya dağıldık. 

Bulgar asimilasyon baskısından kurtulmak isteyen Bulgaristan Türkleri yeni nesli çil yavrusu gibi dağıttı. Kimimiz Kopenhag’ta kimimiz Isparta’da yeni yeni yaşamlara sarıldık. Birbirimizden kopuk ama Türklük bilinciyle ve yurdumuz Balkan topraklarına sorumluluğumuzla yaşamaya devam ediyoruz.
***
21 Ağustos 1989 gecesi sınırın kapanmasına dakikalar kala Türk ana topraklarına giriş yapmış göçmen bir ailenin 9 yaşındaki korkak göçmen çocuğu olarak bütün hayatım boyunca hep o kırılma anını düşündüm. O gece o sınır geçilmese ne olurdu? Yaşamım nasıl olurdu? Şimdi nerelerde olurdum?
Sadece 9 yaşında olmama rağmen hep hayalini kurduğum Türkiye’ye nihayet kavuşmuştum, kavuşmuştuk… Ama asıl zorluk bundan sonraydı. Özlemini duyduğun bir Türk yurdu, ama yaşam biçimini hiç bilmediğin bir ülke. İçten bir sevdayla sevdiğin Türkiye, ama yaşama sistemini hiç bilmediğin bir ülke. Görmeden çok sevdiğin bir Türk halkı, ama senin hiç bilmediğin etnik ayrılıklar… Bunları bir çırpıda algılamak, kabullenmek ve yaşamına adapte etmek kolay değil. Uzun bir mücadele süreci; “Ben Bulgar değilim, Bulgaristan Türküyüm”, “Bizimkiler oraya gitmemiş, biz Osmanlı döneminde Balkanlara yerleştirilen Türkmen kıyı boylarının torunuyuz”, kibrit kutusu kadar inşa edilmiş gettolarda kendi paranla satın aldığın evi devletin hediye etmediğini anlatma çabası… gibi gibi…
Toplumun bütün ön yargılarına ve bilgisizliklerine rağmen Türkiye’de göçmen olarak yaşadık; sadece vatanımıza bağlılık gösterip sadece çalıştık, çok çalıştık… Kimsenin tavuğuna kış demedik ama kimseye de boyun eğmeden kendimizi kabul ettirdik.
***
Dedim ya ‘sınırı geçmesek ne olurdu’ sorusu kafamda dolanıyor. Bugün ise geldiğimiz nokta gönül kırıcı! Türkiye’nin göç sorunu bizim üzerimizden tartışılıyor. Suriyeli mültecilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesine argüman olarak seçilmek biz Balkan göçmenlerini yaralıyor. Bu noktaya gelmemiz oldukça can sıkıcı.
Biz, öz Türk olarak anavatanımızda sadece göçmen olduk, göçmen gibi yaşadık. Ne bir sokak köpeğini tekmelerle öldürdük, ne yerleşik ahaliyle kavga ettik, ne de bomba yaparken bombayı elimizde patlattık…
Çünkü göçmen olarak yaşamak kavga etmek, yasa dışı işlere buluşmak değildir. Göçmen olmak yaşam mücadelesi vermektir, ayakta kalabilmektir.
Savaştan kaçtıkları için hayat mücadelesi vermeye çalışan Suriyelilerin birçoğunun agresif tavırları ise hiç de göçmen kimliğine uymuyor. Yerleşik topluma ayak uydurmak yerine kendi kültürünü zorla kabullendirmek göçmene yakışır iş değil!
Biz, Bulgaristan Türkleri sadece onurumuz ve ismimiz için yaşarız.
Eğer katil, hırsız, dilenci, asalak gibi yaşamayı kabul etmiş bazı Suriyelileri vatandaşlığa geçirmek için örnek gösterileceksem ben vatandaşlığımı bırakmaya hazırım! 
(Ajans Bulgaristan / 12 Temmuz 2016) 

TÜRKİYE’NİN İNOVASYON VE DİJİTALLEŞMEYE İHTİYACI VAR

Çiçekçilik sektöründe dünya devi olarak kabul edilen Royal FloraHolland, Hollanda’nın kraliyet markasıdır. Uluslararası pazarlara açılmayı ...